KIZIL GÖZYAŞLARI- 30
“BU, MAZLUM BİR MİLLETİN ÇIĞLIKLARIYDI!...”
Gezimize
katılan arkadaşlar nihayet gümrük görevlilerinin sıkı kontrolleri sonucu hepsi dışarı
çıkabilmişlerdi. Server Qaqura'nın çevresinde hepimiz toplandık.
Benim tahmin
ettiğim gibi Akif Beyin bütün kolileri açılmış, kitaplar birer birer kontrol
edilmiş. “Bu kitapları niçin ve kime getirdiği” sorulmuş.
Canan Hocamızın bütün
resim tabloları da açtırılmış, Akif'e sorulan aynı sorular sorulmuş. Canan
Hocamız elindeki resmi belgeleri göstererek, Gaspıralı İsmail Kütüphanesi'nde
bir resim sergisi açmak için bu tabloları getirdiğini söylemesine rağmen bayağı
zorluk çıkarmışlar; sonunda tabloların tamamını gümrükten geçirmeyi başarmış.
Mustafa Özengen kardeşimin de valizindeki iki kutu lokumdan biri yok olmuş. Buna Mustafa kızıp
duruyordu. Benim ve Halil İbrahim Akayın valizi açtırılmamıştı, eğer
açtırılsaydı; benim “bayraklar ve şekerler”, İbrahim akayın da “Kur'an, elif cüzleri, tespihleri
ve şekerlerine” el koyabilirlerdi. Halil İbrahim Akayla ben, buna çok
sevinmiştik. Mustafa'nın omzuna elimle
vurarak: “Bir kutu lokumun gittiği için üzülme be Mustafa kardeşim“dedim “Canın
sağ olsun. Birini kurtarmışsın ya. Ona da şükür” deyip Akif’in peşine takıldık.
Hava alanının
kapısından grup halinde dışarı çıktık.
Hava alanının
mermer basamaklarından ilkine ayağımı basar basmaz, derinden bir ses duydum:“YANDIK GARDAŞLAR”.
Bir an irkildim, çevreme baktım, bir şey
göremedim. İkinci adımımı atar atmaz aynı ses, fakat bu seferki daha kuvvetli
ve yanık bir sesti: “ÖLDİK YURTDAŞLAR” .
diyordu.
Nerden
geliyordu bu sesler?
Acaba dedim
“Qakura'dan mı geliyordu “YANDIK
GARDAŞLAR, ÖLDİK YURTDAŞLAR” feryadı.
Qaqura'ya baktım, Akif ile bir şeyler konuşuyordu. Bu ses Qakura’nın değildi.
Üçüncü adımımı atmadım. Dikkatlice bu sesi dinledim.
Bu ses
toprağın derinliklerinden geliyordu...
Bu ses bu
topraklar için canlarını vermiş, şehitlik şerbetini içmiş, kartbabaylardan,
kartanaylardan, anaylardan, babaylardan,
dadaylardan, kundakta alınlarından
vurulmuş balalardan, gençliğinin baharını yaşamadan toprağın kara
bağrına bir fidan gibi düşmüş yaşlardan geliyordu: hepsi de “YANDIQ GARDAŞLAR, ÖLDİK YURTDAŞLAR” diyorlardı.
Beni üzüyordu, beni rahatsız ediyordu bu feryad!...
Bu, mazlum bir milletin
çığlıklarıydı!..
Bu çığlıkları
duyupta hâlâ “SEN-BEN” kavgası yapan
kardeşlerime bir çift sözüm var:
”Gelin!!!...
Her şeyi bir tarafa bırakalım...
Hani çocukluğumuzda okuduğumuz Teksas ve Tommiks'teki
Kızılderiler barış yapacakları zaman mızraklarını ve savaş paltalarını toprağa
gömerlerdi ya....
Bizlerde birbirimizi kıracak, birbirimizi yaralayacak,
birbirimizi üzecek mızrak gibi balta gibi ağır sözleri maziye gömelim.
Geçmişin üzerine bir sünger çekelim....
Geçmişe takılıp
kalmayalım...
Kırım'da gerek toprağın altında yatan
şehitlerimizin, gerekse de şu anda “var
olma ve yok olma “mücadelesi veren Kırım Tatar Türkü kardeşlerimizin:
“YANDIQ GARDAŞLAR, ÖLDİK YURDAŞLAR”
feryatlarına kulak asalım.
Kırım'a hizmet yolunda “Gönüllerimizi birleştirelim”.
Çünkü Merhum Gaspıralı İsmail Bey, mezarından bize elini
uzatmış bir reçete sunuyor.
Bu reçete de “Dilde
birlik, işte birlik, fikirde birlik” yazılı.
Ne diyorsunuz benim bu fikrime?
Kırım'a gönül veren Dostlarım...
Yoksa ben haksız mıyım?
Ne olur birde benim bu feryadıma kulak verin!
Çünkü:
“Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez,
Toplu vurdukça yürekler, onu top bile sindiremez.” M.Akif
Ersoy
Devamı haftaya