“AYGIR (EFENDİ) HOCA!..-2-”
Aygır (Efendi) Hocanın torunu Merhum Ahmet Taşdemir ve eşi
Ruslar O’na “Aygır Hoca”, Kırım Tatarları “Efendi Hoca” demelerine rağmen esas
adı “Mehmet Ali” idi.
Babası, kendi adı olan “Mehmet” ile dedesinin adı
“Ali” ismini koymuştu bu yiğite. Adını koyarken de besmele çekip; sağ kulağına
ezanı, sol kulağına da kameti okumuştu ve Rabbine ellerini açıp,
"Allah'ım,
bu yavruyu İslâm fidanlığında biten güzel bir fidan olarak büyüt, İslâmî
hayatta ebedî ve sabit kıl. Bana bu evladı ihsan eden Allah'a hamd eder, minnet
ve şükranlarımı takdim ederim.." dedikten sonra
da,
Oğlunun küçük
kulağına eğilerek “Oğlum Mehmet Ali,
adın ile bin yaşa. Baban gibi oku hoca ol. Senin sulbünden de hep hocalar
yetişsin. İnsanlara Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim’i ve Yüce Dinimiz İslam’ı öğret,
onları aydınlat. Deden Ali gibi de yiğit
ol. Hiçbir şeyden korkma. Ruslara boyun
eğme.” demişti.
Aygır Hoca aklı
ermeye başladığı yıllarda bir gün, ahırda atını tımar eden babasına “Babacığım,
bu Ruslar bizden ne istiyor. Dün komşumuz Zengin İzzetin Ağayı döve döve sürükleyerek
götürdüler. Ağzından burnundan kanlar akıyordu İzzet Ağamın. Apakayı (eşi), balaları (çocukları), yakın akrabaları arkasından ağlayıp durdular.
Hiçbir kimse bir şey yapamadı.” diye sormuştu ve babası da,
“Ulum ( Oğlum) Mehmet Ali bak beni iyi
dinle. Ruslar bizim geçmişte
düşmanımızdı şimdi de. Kartbabay
Giray Hanların, Rus uşaklarına şu anda yaşadıkları yerleri dar etmişti. Kırım Hanlığın kuruluşu 1441 den yıkılışı
olan 1783 tarihine kadar, bu Rus milleti bizim boyunduruğumuzun altında
idi. Kırım Hanları canları sıkıldıkça her yıl kış mevsimlerinde buz tutan
ırmağın üzerinden geçerek Moskava’ya akınlar düzenlerdi. Rus Prenslerini
vergiye bağlar ve birçok ganimetle geri dönerlerdi. Senin anlayacağın bizim uşaklarımızdı bu köpek
oğulları. “ dediğinde,
“Babayım,
madem çok kuvvetli bir devlettik. Rus Prensleri bize tabi idiler. Bize ne oldu
da Ruslar topraklarımızı işgal etti. Şimdi biz onların emri altına niye
girdik?” diye bir soru sormuştu. Babası da,
“Ulum, Ne
zamanki Hanların çocukları arasında taht kavgası başladı, işte o tarihten
itibaren Kırım Hanlığı yavaş yavaş zayıfladı. Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya
arasında yapılan Küçük Kaynarca Antlaşması
(1774) ile bağımsız bir devlet olduk
ve Osmanlı İmparatorluğunun himayesinden ayrıldık. Bunu fırsat bilen Ruslar 1783 yılında vatanımız Kırım’ı işgal
ettiler. Taş üstün de taş baş üstünde baş bırakmadılar. “ demişti ve babası
hünkür hünkür ağlamıştı…
Aygır Hoca,
babasının ağlamasıyla hemen yanına gidip bacaklarına sarılıp, “Ne olur ağlama
babacığım .Ben de ağlayacağım yoksa!”
deyip babasını teselli etmişti.
“Babayım,
işgalden sonra ne oldu. Onu da anlatır mısın? “ dediğinde de,
“Ulum, İşte Rusların
Kırım’ı işgal ettikleri 1783 yılından bugüne kadar Tatar halkımıza yapmadıkları kötülük kalmadı. Öz vatanımızdan
bizleri yok etmek için baskı ve zulmü her geçen gün artırdılar. Zulme
dayanamayanlar dalga dalga göç ettiler; Romanya’ya, Haktopraklara (Anadoluya). Kırım’da sayımızın azalmasını istiyorlardı.
Bu yüzden zenginlerimizin topraklarına bir bir el koydular. Sesini çıkaran aydınlarımızı,
öğretmenlerimizi, hocalarımızı ya türmelere
(hapishanelere) atıp ömür boyu dört duvarlar arasında çürümeye bıraktılar ya
kurşuna dizdiler ya da darağaçlarında sallandırdılar.. İzzettin Ağa’nda o zenginlerden biri idi. Allah sonunu
hayır eylesin. Evlatlarına, eşine onun canını bağışlasınlar.” sözlerini hatırlayıvermişti Aygır hoca; beyaz
atı ile masmavi gök ile dağın birleştiği
doruğa doğru atını topuklarken…
Aygır Hoca’yı
bir hüzün sarmıştı. Sanki gök yüzündeki beyaz bulutlar birden üstüne çökmüş
gibiydi. Gitmekte zordu kalmakta zordu...Yola çıkmıştı gayri. Dönünce başına
gelecek felaketi çocukluğunda babasından duymuştu. Kırım’da Kırım Tatarlarına yapılan
soy kırımı da bizzat yaşayarak gözleriyle görmüştü…
Bir an önce
köyünden, vatanından uzaklaşmalıydı. Bir yolunu bulup gemi ile İstanbul’a kaçmalıydı. Rus askerlerine yakalanmamalıydı…Papaz
arkadaşına da bir yandan dua ediyordu. Eğer Papaz arkadaşı haber vermese idi,
belki de şu anda tutuklanmış ve kurşuna dizilmişti…
”Ömrüm boyu bu
iyiliği hiç unutmayacağım…” dedi ve dağların tepelerine doğru beyaz atı ile
tırmanmaya başladı Aygır Hoca…
Ne kadar yol
gitti bilmiyordu. Bir ara atı birden durdu. Tehlike anlarında atı bu konuda
eğitimliydi. Atının çok hassas kulakları vardı.
Bıyıkları yeni
terlemeye başladığında babası “Balam bu tay artık senin. Buna çok iyi bak.
Büyüdüğün zaman senin yoldaşın olsun ” demişti ve gözü gibi bakmıştı, her tarafı
bembeyaz olan tayına.
Babası “Oğlum tayına
bir isim koy” dediğinde ” Babay, bunun
adı Akay olsun. Biliyorsun Tatarcada
Akay, hem erkek anlamına geliyor hem de beyaz ay, temiz ay anlamına. Tayım hem
erkek hem de bembeyaz. ” demişti. Babası
da bu adı çok beğenmişti. O günden sonra atını çağırırken hep Akay diye seslendiler….
Atının bir
çivi misali olduğu yerde durduğunu gören Aygır Hoca “Olumsuz bir durum var. Etrafı iyice bir
dinleyeyim” dedi ve kulaklarını dört açtı, kısık gözleriyle de çevreyi süzmeye başladı…
Issız yemyeşil
ormanda sadece kuş sesleri duyuluyordu. Uzaklardan da bir derenin şırıltısını
işitir gibi oldu. Atının yönünü bir şarkı namesi gibi gelen su sesine doğru
sürdü. Birkaç dakika sonra dağların doruklarından ovaya doğru akan küçük mü
küçük bir dere çıktı karşısına.
Aygır Hocanın
atı, suyu görür görmez küçük dereye dalı verdi birden. Suyun içinde de ayaklarını
kaldırıp kaldırıp indirdi. Adeta dans ediyordu kerata.. Yorgun ayaklarını soğuk
su ile dinlendiriyordu zavallı. Bir müddet sonra boynunu eğdi kana kana su
içmeye başladı.
Anlaşılan Aygır
Hoca’nın atı çok susamıştı….
Aygır Hoca,
atının derede yaptığı şovu büyük bir zevkle üzerinde iken sessizce izledi. O da
susamıştı. Çevik bir hareketle atından atladı. Atının yularından çekerek bir
iki metre ilerideki meşe ağacına bağladı. Kasaturasını çıkardı. Dere kenarında
yem yeşil otlardan bir kucak dolusu kesip atının önüne koydu. Atı büyük bir
iştahla otları kütür kütür yemeye başladı.
“Atım karnını
doyururken ben de serinleyeyim biraz.” deyip derenin kenarına gitti ve dizlerini kırdı. Kırım kalpağını çıkardı, bir
taşın üzerine koydu. Hafif dökülmüş saçları arasında boncuk boncuk olmuş
terleri, kolunun iç tarafıyla sildi. Kollarını sıvadı. Ellerini suya daldırdı. Betini ( yüzünü) , terli kafasını buz
gibi akan su ile iyice yıkadı. Yüzüne çarptığı her su damlacıklar, ak sakalından tane tane akıp dereye şıp şıp
düşüyordu.. Avuçlarına doldurduğu suyu kana kana içti. Kaç avuç su içti, farkında değildi.
Son avucundaki
suyu ağzına götürürken de “Yarabbim ! Sana
şükürler olsun. Bize su gibi bir nimeti verdin.” Dedi ve içinden bildiği
duaları sessizce okudu.
Kafasını gök
yüzüne kaldırdığında ağaçların arasında Güneş’i gördü. Aklına birden “Ben
köyden ayrılırken öğle namazını kılmamıştım. İkindi vakti de sanırım çok
yakın. Hemen abdestimi alıp, öğle namazını kılayım “ dedi.
Deri
çizmelerini çıkardı. Paçalarını diz kapaklarına kadar sıyırdı. Buz gibi suyun
içine ayaklarını soktu. Abdesini aldı. Düz yumuşak toprak zemin üzerinde öğle
namazını kıldı. Namaz sonrası da şu
güzel duayı okudu:
"Allah'ım!
Sen kurtuluş merciisin. Esenlik ve güvenlik sendedir. Ey Azamet ve Kerem sahibi Allah'ım! Senin şanın
çok yücedir. Ya Rabbi, bize dünyada ve ahirette iyilik ver ve bizi cehennem ateşinden
koru. Ya Rabbi, kıldığımız namazları kabul eyle. Ahir ve akıbetimizi hayreyle.
Ya Rabbi, hastalarımıza şifa, dertlilerimize deva ihsan eyle. Beni, ailemi,
milletimi, ümmetimi ve güzel Vatanım Kırım’ı koru.”
Duadan sonra atının
yanına gitti. Atının terkisinde ki silahını eline aldı. Kalın bir meşe ağacına
sırtını dayadı, ayaklarını uzattı. Silahını kollarıyla iyice kavradı. Gözlerini
hafifçe yumdu. Tatlı bir uykuya dalıp gitti. Ne kadar uyudu bilemiyordu. Atının
kişnemesiyle birden uyandı. Gözlerini açtığında Güneş’in batmasına bir mızrak
boy kalmıştı. Acele ile tekrar dereden abdestini tazeledi. İkindi namazını
kılıp yola revan oldu.
Derenin
kaynağına doğru atını sürdü. Güneş tam kaybolurken büyük bir kayanın önüne
geldi. Kayanın sağ tarafında büyük bir mağara vardı. Sol tarafında da bir insanın bileği kalınlığında bir su, deli dolu akıp dereye karışıyordu.
“Aman
Yarabbim. Kayadan ne güzel bir su akıyor.. “ dedi ve atından indi.
Kayadan akan
suya yaklaştı. Elini suyun altına tuttu. Buz gibi idi su. Üşüdüğünü hissedince
hemen çekti elini. Birden aklına Bakara Süresinin 74. Ayetini hatırladı.
Bu ayette
Rabbimiz şöyle diyordu:
“Sonra bunun
ardından kalpleriniz yine katılaştı, taş gibi; hatta daha katı oldu. Çünkü taş
vardır ki, içinden ırmaklar fışkırır. Taş vardır ki yarılır da içinden sular çıkar.
Taş da vardır ki, Allah korkusuyla (yerinden kopup) düşer. Allah yaptıklarınızdan
hiçbir zaman habersiz değildir.”
Bir müddet
kayadan fışkıran suyu hayranlıkla izledi.
Sonra da sağ taraftaki mağaraya doğru yürüdü. İçine girdi. Sağına soluna
baktı. Geceyi geçirmeye uygundu. Atını mağaranın içindeki taşa bağlarken, kulağına eğildi,
“Bu gece mağarada konaklayalım. Sabaha karşı yolumuza
devam ederiz Akay .” dedi.
O gece Aygır
Hoca mağarada kaldı….
Ertesi sabah
gün ışımadan yola koyuldu….
Hedef Payitaht
İstanbul’du….
Arada dağlar
ve denizler vardı. Aşabilecek miydi bu dağları, azgın Karadeniz’in sularını….
Devamı
haftaya…