Ana Sayfa
İletişim
Bize Ulaşın
Üye Girişi
Ziyaretçi Defteri
Mobil Bölüm
Ana Sayfa Foto Galeri Video Galeri
ANA SAYFA  / KÖYÜM KALECİKKAYA

“AYGIR (EFENDİ) HOCA!..-2-”


“AYGIR (EFENDİ) HOCA!..-2-”



 Paylaş
 07 Nisan 2018 23 : 50 


“AYGIR (EFENDİ) HOCA!..-2-” 

Aygır (Efendi) Hocanın torunu Merhum Ahmet Taşdemir ve eşi


Ruslar O’na “Aygır Hoca”, Kırım Tatarları “Efendi Hoca” demelerine rağmen esas adı “Mehmet Ali” idi. 

Babası,   kendi adı olan “Mehmet” ile dedesinin adı “Ali” ismini koymuştu bu yiğite. Adını koyarken de besmele çekip; sağ kulağına ezanı, sol kulağına da kameti okumuştu ve Rabbine ellerini açıp,

"Allah'ım, bu yavruyu İslâm fidanlığında biten güzel bir fidan olarak büyüt, İslâmî hayatta ebedî ve sabit kıl. Bana bu evladı ihsan eden Allah'a hamd eder, minnet ve şükranlarımı takdim ederim.." dedikten sonra da,

Oğlunun küçük kulağına eğilerek “Oğlum Mehmet  Ali, adın ile bin yaşa. Baban gibi oku hoca ol. Senin sulbünden de hep hocalar yetişsin. İnsanlara Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim’i ve Yüce Dinimiz İslam’ı öğret, onları aydınlat.  Deden Ali gibi de yiğit ol. Hiçbir şeyden korkma. Ruslara  boyun eğme.” demişti. 

Aygır Hoca aklı ermeye başladığı yıllarda bir gün, ahırda atını tımar eden babasına “Babacığım, bu Ruslar bizden ne istiyor. Dün komşumuz Zengin İzzetin Ağayı döve döve sürükleyerek götürdüler. Ağzından burnundan kanlar akıyordu İzzet Ağamın. Apakayı (eşi), balaları (çocukları), yakın akrabaları arkasından ağlayıp durdular. Hiçbir kimse bir şey yapamadı.” diye sormuştu ve babası da,

Ulum ( Oğlum) Mehmet Ali bak beni iyi dinle. Ruslar bizim geçmişte düşmanımızdı şimdi de.  Kartbabay Giray Hanların, Rus uşaklarına şu anda yaşadıkları yerleri dar etmişti. Kırım Hanlığın kuruluşu 1441 den yıkılışı olan 1783 tarihine kadar, bu Rus milleti bizim boyunduruğumuzun altında idi. Kırım Hanları canları sıkıldıkça her yıl kış mevsimlerinde buz tutan ırmağın üzerinden geçerek Moskava’ya akınlar düzenlerdi. Rus Prenslerini vergiye bağlar ve birçok ganimetle geri dönerlerdi.  Senin anlayacağın bizim uşaklarımızdı bu köpek oğulları. “  dediğinde,  

“Babayım, madem çok kuvvetli bir devlettik. Rus Prensleri bize tabi idiler. Bize ne oldu da Ruslar topraklarımızı işgal etti. Şimdi biz onların emri altına niye girdik?” diye bir soru sormuştu. Babası da, 

“Ulum, Ne zamanki Hanların çocukları arasında taht kavgası başladı, işte o tarihten itibaren Kırım Hanlığı yavaş yavaş zayıfladı. Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya arasında yapılan Küçük Kaynarca Antlaşması (1774) ile  bağımsız bir devlet olduk ve Osmanlı İmparatorluğunun himayesinden ayrıldık. Bunu fırsat bilen Ruslar 1783 yılında vatanımız Kırım’ı işgal ettiler. Taş üstün de taş baş üstünde baş bırakmadılar. “ demişti ve babası hünkür hünkür ağlamıştı… 

Aygır Hoca, babasının ağlamasıyla hemen yanına gidip bacaklarına sarılıp, “Ne olur ağlama babacığım .Ben de ağlayacağım yoksa!”  deyip babasını teselli etmişti. 

“Babayım, işgalden sonra ne oldu. Onu da anlatır mısın? “ dediğinde de,

“Ulum, İşte Rusların Kırım’ı işgal ettikleri 1783 yılından bugüne kadar Tatar halkımıza  yapmadıkları kötülük kalmadı. Öz vatanımızdan bizleri yok etmek için baskı ve zulmü her geçen gün artırdılar. Zulme dayanamayanlar dalga dalga göç ettiler; Romanya’ya, Haktopraklara (Anadoluya). Kırım’da sayımızın azalmasını istiyorlardı. Bu yüzden zenginlerimizin topraklarına bir bir el koydular.  Sesini çıkaran aydınlarımızı, öğretmenlerimizi, hocalarımızı ya türmelere (hapishanelere) atıp ömür boyu dört duvarlar arasında çürümeye bıraktılar ya kurşuna dizdiler ya da darağaçlarında sallandırdılar.. İzzettin Ağa’nda o zenginlerden biri idi. Allah sonunu hayır eylesin. Evlatlarına, eşine onun canını bağışlasınlar.”  sözlerini hatırlayıvermişti Aygır hoca; beyaz atı ile  masmavi gök ile dağın birleştiği doruğa doğru atını topuklarken…

Aygır Hoca’yı bir hüzün sarmıştı. Sanki gök yüzündeki beyaz bulutlar birden üstüne çökmüş gibiydi. Gitmekte zordu kalmakta zordu...Yola çıkmıştı gayri. Dönünce başına gelecek felaketi çocukluğunda babasından duymuştu. Kırım’da Kırım Tatarlarına yapılan soy kırımı da bizzat yaşayarak gözleriyle görmüştü… 

Bir an önce köyünden, vatanından uzaklaşmalıydı. Bir yolunu bulup gemi ile  İstanbul’a kaçmalıydı. Rus askerlerine yakalanmamalıydı…Papaz arkadaşına da bir yandan dua ediyordu. Eğer Papaz arkadaşı haber vermese idi, belki de şu anda tutuklanmış ve kurşuna dizilmişti… 

”Ömrüm boyu bu iyiliği hiç unutmayacağım…” dedi ve dağların tepelerine doğru beyaz atı ile tırmanmaya başladı Aygır Hoca…

Ne kadar yol gitti bilmiyordu. Bir ara atı birden durdu. Tehlike anlarında atı bu konuda eğitimliydi. Atının çok hassas kulakları vardı. 

Bıyıkları yeni terlemeye başladığında babası “Balam bu tay artık senin. Buna çok iyi bak. Büyüdüğün zaman senin yoldaşın olsun ” demişti ve gözü gibi bakmıştı, her tarafı bembeyaz olan  tayına. 

Babası “Oğlum tayına bir isim koy”  dediğinde ” Babay, bunun adı Akay olsun. Biliyorsun Tatarcada Akay, hem erkek anlamına geliyor hem de beyaz ay, temiz ay anlamına. Tayım hem erkek hem de  bembeyaz. ” demişti. Babası da bu adı çok beğenmişti. O günden sonra atını çağırırken hep Akay diye seslendiler…. 

Atının bir çivi misali olduğu yerde durduğunu gören Aygır Hoca  “Olumsuz bir durum var. Etrafı iyice bir dinleyeyim” dedi ve kulaklarını dört açtı,  kısık gözleriyle de çevreyi süzmeye başladı… 

Issız yemyeşil ormanda sadece kuş sesleri duyuluyordu. Uzaklardan da bir derenin şırıltısını işitir gibi oldu. Atının yönünü bir şarkı namesi gibi gelen su sesine doğru sürdü. Birkaç dakika sonra dağların doruklarından ovaya doğru akan küçük mü küçük bir dere çıktı karşısına. 

Aygır Hocanın atı, suyu görür görmez küçük dereye dalı verdi birden. Suyun içinde de ayaklarını kaldırıp kaldırıp indirdi. Adeta dans ediyordu kerata.. Yorgun ayaklarını soğuk su ile dinlendiriyordu zavallı. Bir müddet sonra boynunu eğdi kana kana su içmeye başladı. 

Anlaşılan Aygır Hoca’nın atı çok susamıştı….

Aygır Hoca, atının derede yaptığı şovu büyük bir zevkle üzerinde iken sessizce izledi. O da susamıştı. Çevik bir hareketle atından atladı. Atının yularından çekerek bir iki metre ilerideki meşe ağacına bağladı. Kasaturasını çıkardı. Dere kenarında yem yeşil otlardan bir kucak dolusu kesip atının önüne koydu. Atı büyük bir iştahla otları kütür kütür yemeye başladı.

“Atım karnını doyururken ben de serinleyeyim biraz.”  deyip derenin kenarına gitti ve  dizlerini kırdı. Kırım kalpağını çıkardı, bir taşın üzerine koydu. Hafif dökülmüş saçları arasında boncuk boncuk olmuş terleri, kolunun iç tarafıyla sildi. Kollarını sıvadı. Ellerini suya daldırdı. Betini ( yüzünü) , terli kafasını buz gibi akan su ile iyice yıkadı. Yüzüne çarptığı her su damlacıklar,  ak sakalından tane tane akıp dereye şıp şıp düşüyordu.. Avuçlarına doldurduğu suyu kana kana içti.  Kaç avuç su içti, farkında değildi.

Son avucundaki suyu ağzına götürürken de “Yarabbim !  Sana şükürler olsun. Bize su gibi bir nimeti verdin.” Dedi ve içinden bildiği duaları sessizce okudu. 

Kafasını gök yüzüne kaldırdığında ağaçların arasında Güneş’i gördü. Aklına birden “Ben köyden ayrılırken öğle namazını kılmamıştım. İkindi vakti de sanırım çok yakın. Hemen abdestimi alıp, öğle namazını kılayım “ dedi.

Deri çizmelerini çıkardı. Paçalarını diz kapaklarına kadar sıyırdı. Buz gibi suyun içine ayaklarını soktu. Abdesini aldı. Düz yumuşak toprak zemin üzerinde öğle namazını  kıldı. Namaz sonrası da şu güzel duayı okudu:

"Allah'ım! Sen kurtuluş merciisin. Esenlik ve güvenlik sendedir. Ey   Azamet ve Kerem sahibi Allah'ım! Senin şanın çok yücedir. Ya Rabbi, bize dünyada ve ahirette iyilik ver ve bizi cehennem ateşinden koru. Ya Rabbi, kıldığımız namazları kabul eyle. Ahir ve akıbetimizi hayreyle. Ya Rabbi, hastalarımıza şifa, dertlilerimize deva ihsan eyle. Beni, ailemi, milletimi, ümmetimi ve güzel Vatanım Kırım’ı koru.” 

Duadan sonra atının yanına gitti. Atının terkisinde ki silahını eline aldı. Kalın bir meşe ağacına sırtını dayadı, ayaklarını uzattı. Silahını kollarıyla iyice kavradı. Gözlerini hafifçe yumdu. Tatlı bir uykuya dalıp gitti. Ne kadar uyudu bilemiyordu. Atının kişnemesiyle birden uyandı. Gözlerini açtığında Güneş’in batmasına bir mızrak boy kalmıştı. Acele ile tekrar dereden abdestini tazeledi. İkindi namazını kılıp  yola revan oldu.

Derenin kaynağına doğru atını sürdü. Güneş tam kaybolurken büyük bir kayanın önüne geldi. Kayanın sağ tarafında büyük bir mağara vardı.  Sol tarafında da  bir insanın bileği kalınlığında bir su,  deli dolu akıp dereye karışıyordu. 

“Aman Yarabbim. Kayadan ne güzel bir su akıyor.. “ dedi ve atından indi. 

Kayadan akan suya yaklaştı. Elini suyun altına tuttu. Buz gibi idi su. Üşüdüğünü hissedince hemen çekti elini. Birden aklına Bakara Süresinin 74. Ayetini hatırladı.

Bu ayette Rabbimiz şöyle diyordu:

“Sonra bunun ardından kalpleriniz yine katılaştı, taş gibi; hatta daha katı oldu. Çünkü taş vardır ki, içinden ırmaklar fışkırır. Taş vardır ki yarılır da içinden sular çıkar. Taş da vardır ki, Allah korkusuyla (yerinden kopup) düşer. Allah yaptıklarınızdan hiçbir zaman habersiz değildir.”

Bir müddet kayadan fışkıran suyu hayranlıkla izledi.  Sonra da sağ taraftaki mağaraya doğru yürüdü. İçine girdi. Sağına soluna baktı. Geceyi geçirmeye uygundu. Atını mağaranın içindeki taşa bağlarken,  kulağına eğildi, 

“Bu gece  mağarada konaklayalım. Sabaha karşı yolumuza devam ederiz Akay .” dedi.

O gece Aygır Hoca mağarada kaldı….

Ertesi sabah gün ışımadan yola koyuldu…. 

Hedef Payitaht İstanbul’du…. 

Arada dağlar ve denizler vardı. Aşabilecek miydi bu dağları, azgın Karadeniz’in sularını…. 

Devamı haftaya…

 

 

 

 
Haber :
Bu Haber 3376 defa okundu
 
Anahtar Kelimeler :kızıl gözyaşları, aygır hoca,

YORUM EKLE
TAVSİYE ET

 Yorumlar ( 0 )

Henüz bir yorum yapılmamış

İlgili Haber
Köşe Yazarları
Foto Galeri
Alacamızın Mecnunları
İzlenme : 6811
Kırım haritası
İzlenme : 6029
Semer
İzlenme : 3574
Mustafa Abdülemil Kırımoğlu ve Cengiz Dağcı
İzlenme : 2780
Çok Okunanlar
BUGÜN BU HAFTA BU AY

 

 

 

Sosyal ağlarda bizi takip et
Copyright © sukrubilgili.net.tr