KIZIL GÖZYAŞLARI-22
“BAYRAKLARI BAYRAK YAPAN ÜSTÜNDEKİ KANDIR”
Yaptığımız erişte ve mantı paketlerini koymak için
mukavva kutu almaya gittiğim; Ankara’nın Meşrutiyet Caddesi’nde bulunan Kırım
Derneğimizin hemen karşısındaki Arçelik Bayii sahibi:
“Sizin insanlarınız Türk
Bayrağını çok seviyorlar. Gördüğüm birçok yerlerde Kırım Bayrağı Tarak Tamga'nın yanına Ay-yıldızlı Bizim Bayrağımızı dağa, taşa nakış nakış işlemişler.
Kırım'a gittiğinde her iki bayrağı da yan yana göreceksin. Madem sen oraya
gidiyorsun. Hediye olarak bayrak götür. Çocuklar içinde küçük kâğıtlı
şekerlerden al. Hatta çocuklar için küçük kâğıt bayraklardan da götürebilirsin
“deyince çok sevinmiştim.
Ben de zaten kafamda bayrak götürmeyi tasarlamıştım.
İlkokulda mı ortaokul mu şimdi hatırlamıyorum; Arif Nihat Asya'nın “Bayrak” şiiri aklıma geldi. Gayri
ihtiyari dudaklarımdan şu mısraları beyefendiye okudum:
BAYRAK
Ey mavi
göklerin beyaz ve kızıl süsü...
Ey kardeşimin
gelinliği, şehidimin son örtüsü.
Işık ışık
dalga dalga bayrağım,
Senin destanını
okudum, senin destanını yazacağım.
Sana benim
gözümle bakmayanın
Mezarını
kazacağım,
Seni
selamlamadan uçan kuşun
Yuvasını
bozacağım.
Dalgalandığın
yerde ne korku, ne keder...
Gölgende bana
da, bana da yer ver!
Sabah olmasın,
günler doğmasın ne çıkar:
Yurda
ay-yıldızının ışığı yeter.
Savaş bizi
karlı dağlara götürdüğü gün
Kızıllığında
ısındık;
Dağlardan
çöllere düşürdüğü gün
Gölgene
sığındık.
Ey şimdi
süzgün, rüzgârlarda dalgalı;
Barışın
güvercini, savaşın kartalı.
Yüksek
yerlerde açan çiçeğim;
Senin altında
doğdum,
Senin dibinde
öleceğim.
Tarihim,
şerefim, şiirim, her şeyim;
Yeryüzünde yer
beğen;
Nereye
dikilmek istersen,
Söyle, seni
oraya dikeyim.”[1]
Şiiri bitirdiğimde, sağ tarafıma baktım. Elindeki mukavva
kutuları ile ayakta bekleyen genç çocuk bana hayran hayran bakıyordu.
Evet, “Ay-yıldızlı
Bayrağımız” yurdumuzun mas mavi semalarında korkusuzca dalgalanıyordu;
vatanımın dağına, taşına, denizde yüzen vapuruna, gökyüzünde uçan uçağına
kısacası beğendiği her yere dikilmişti nazlı al bayrağımız...
Ama “Tarak Tamga”
Kırım'ın semalarında, kardeşi Ay-yıldızlı Bayrağımız gibi, özgürce dalgalanıyor
mu dalgalanmıyor mu bilmiyordum!
Kırım'a gittiğimizde bunu gözlerimizle görecektik!
Okumuş olduğum “Bırak
Beni Haykırayım”, “Biliniz ki Ey Gaddarlar” şiirleri işe yaramıştı.
Pasaportumu görevli fazla incelemedi. Herhalde bilgisayar kayıtlarında da
hakkımızda “sakıncalı” yazısı yoktu. Nihayet beni içeri buyur etti. Böylece,
Akmescit Gümrüğü'nün pasaport kontrolünden çok kolay geçmiştim.
Bunlar yumuşak başlılıktan anlamıyordu; biraz tatlı sert
olmak gerekiyordu. Bakın Merhum Mehmet Akif ne güzel demiş:
“Üç buçuk
soysuzun ardında zağarlık yapamam,
Hele Hâk
namına haksızlığa ölsem tapamam,
Doğduğumdan
beridir âşığım istiklâle.
Bana hiç
tasmalık etmemiş değil lâle.
Yumuşak başlı
isem kim dedi uysal koyunum,
Kesilir belki,
fakat çekmeğe gelmez boyunum.
Kanayan bir
yara gördüm mü yanar ta ciğerim.
Onu dindirmek
için, kamçı yerim, çifte yerim.
Adam! Aldırma
da geç git!“ diyemem, aldırırım
Çiğnerim,
çiğnerim, hakkı tutar kaldırırım“[2]
Bu seferde bagaj kontrolünden geçecektik. Sanki engelli
koşu yapıyorduk. Bir o kapıdan bir bu kapıdan kontrol edile edile ancak Güzel Kırım'a girebilecektik. Kayan
bantlar üzerinden valizleri alanlar tekrar bagajları kontrolden geçirmek için
kuyruğa giriyordu.
Akif Bey: “Arkadaşlar bizim grup hep bir arada olsun.
Aramızda yabancı bulunmasın.” Dedi. Bizler de en soldaki bagajları kontrol eden
görevlinin önünde toplandık; valizlerimizi de ard arda sıraladık.
Görevlilerden biri elindeki zincire bağlı orta boyda sarı
tüylü bir köpeği valizlerimizin arasından dolaştırdı, durdu. Köpekte bir şey
bulurum umuduyla valizleri birer birer “sınıf”, “sınıf” diye kokladı. Köpek bir
ara benim ayaklarıma eğildi, paçalarımı koklaya koklaya kafasını yukarı
kaldırdı, göz göze geldik. Kulaklarını ve kuyruğunu sallayıp durdu.
Çocukluğumda genelde evimizde köpek beslediğimizden hiç
korkmamıştım, köpeğin bu sıcak yaklaşımından. Ama içimden şu köpeğin kulağından
tutup, avazım çıktığı kadar şunları söylemek istedim:
“Bana bak köpek oğlu köpek. Bizler bu vatanın gerçek sahibi olan
kartbabayların ve kartanayların torunlarıyız. Bu Cennet Vatanı kirletecek senin
aradığın esrarı, eroini ve morfini bizler hiç sokmayız. Vatanını ziyarete gelen
insanlarımız arasında da eroinci, morfinci, esrarcı kolay kolay çıkmaz. Sen git
de başka milletlerinin çantasını kokla. Haydi bas git başka kapıya” deyip
bir tekme atmak geldi içimden. Sonra da bu fikrimden vazgeçtim.
İbrahim Akay, yavaşça:
“Şükrü Akay senin valizde sakıncalı bir şey var mı? Benim
valizde bir Kur'an, Kur'an öğrenmeye yarayan elif cüzleri, tespihler, takkeler
ve birde çocuklar için şekerler var. Eğer valizi açtırırlarsa bunları alırlar
mı? “Dedi. Ben de
“İbrahim Akay benim valizde de bayraklar ve şeker var.
Belki bayrakları ve senin Kur'an-ı ve elif cüzlerini alabilirler. Eğer
valizleri açıp, bunlar ne diye sorarlarsa ben cevabımı hazırladım” dedim.
İbrahim Akay heyecanlı heyecanlı
“Ne cevap vereceksin söyle bakayım “ dedi. Ben de, elime
bayrağımızı alırım, görevliye doğru uzatarak:
“Düşmez yere
hâşâ o bizim bayrağımızdır,
Bir fecr
olarak doğmaktadır her dağımızdan.
Ay-yıldız... O
mazideki bir süstür emin ol,
Atide güneşler
doğacak bayrağımızdan.“
.
“Bayrakları
bayrak yapan üstündeki kandır
Toprak, eğer uğrunda
ölen varsa vatandır.(M.C. Kuntay)”
Dizelerini okur, sonra da, “Bu gördüğün al kanlarla
boyanmış, ay ve yıldızla süslenmiş, kız
kardeşimin gelinliği, şehidimin son
örtüsü olan, Türk Milleti'ni temsil eden benim bayrağım. Sen bayrağın ne demek olduğunu bizim kadar
bilmezsin.” derim, dedim. İbrahim Akay vereceğim cevabı beğenmişti.
Şansa kadere deyip sıramızın gelmesini bekledik.
Önümüzde Amerika'dan gelen çift pasaportlu Halim Beyin
oğlu Orkan, Numan ve yeğenleri Murat vardı. Görevli, bu gençlerimizin Amerikan
pasaportlarını görür görmez, valizlerini hiç kontrole tabi tutmadan “buyurun
geçin” dedi.
Bizden önceki bazı arkadaşların valizlerini didik didik
aramışlardı. Hatta beyan ettikleri paraları dahi bir bir saydırmışlardı.
“Bir
Amerikan pasaportuna verilen bu değeri” gözlerimle gördüğüm için ülkem adına
üzüldüm. Benim de ülkemin insanları bir Amerikan vatandaşı gibi bütün gümrük
kapılarından sorgusuz sualsiz geçebilmeliydi. Ama ne yazık ki bir zamanlar
bizim olan bu toprakların gümrük kapılarında sıradan bir vatandaş muamelesi
gibi karşılanıyorduk.
Valizimi görevlinin gösterdiği banttan gönderdim.
Elimdeki daha önce Akif arkadaşımızla doldurduğum “Beyan Formu”nu uzattım.
Görevli formu baştan aşağıya inceledi. Kendince formun üzerine bir takım notlar
düştü. Bana eliyle cebimdeki dolarları saymamı işaret etti. Ben de yeşil
dolarları gözüne sokar gibi birer birer yavaş yavaş saymaya başladım. Yarıya
geldiğimde “okey” “okey” deyip, para sayma işlemini durdurmamı istedi.
Geri kalan yeşil dolarları saymadan cebime koydum.
Herhalde beyan edilenden fazla para sokmak yasaktı bu ülkeye. Benim gerçekten
beyan ettiğim kadar dolarlarımın bulundurup bulunmadığımı kontrol etmişti.
Bandın arkasından çıkan valizimi alarak, sağ tarafta küçük bir kapının önünde bekleyen
insan kalabalığına doğru yürüdüm.
Herhalde çıkış kapısı burası idi.
Devamı haftaya….
Şükrü BİLGİLİ
Arif
Nihat Asya, (Dursun Yaşa, Kahramanlık şiirlerimizden bir demet s.13)
Ahmet
Kabaklı, Türk Edebiyatı, III.cilt.sayfa:424