Ana Sayfa
İletişim
Bize Ulaşın
Üye Girişi
Ziyaretçi Defteri
Mobil Bölüm
Ana Sayfa Foto Galeri Video Galeri
ANA SAYFA  / HİKAYELERİM

19-KAPISINDA BEŞ YÜZ SEYİSİ OLAN ZÜĞÜRT AĞA ; GÜÇSÜZLER YURDUNDA! (1) ...


19-KAPISINDA BEŞ YÜZ SEYİSİ OLAN ZÜĞÜRT AĞA ; GÜÇSÜZLER YURDUNDA! (1) ...



 Paylaş
 08 Ekim 2018 17 : 37 

Oğlumu saz kursuna bıraktıktan sonra iki saatlik zamanı nasıl geçireceğim diye düşünürken ayaklarım kütüphaneye doğru gitti. İçeri girdiğimde gençlerden oturacak yer kalmamıştı. Gazeteleri gözden geçirmekten vazgeçip kütüphanenin  hemen yukarısındaki  Yaşlılar Yurdunun bahçesine çıktım. 

Bahçenin banklarının birinde tek başına oturan bir yaşlıyı görünce “Onun yanına oturayım, amca ile tanışır,  sohbet ederiz.” diye düşündüm. Yanına yaklaştığımda  “Selamün aleyküm masanıza oturabilir miyim amca?” dedim.

“Ve aleyküm selam. Tabi… tabi… buyur oturabilirsin. ‘Ben de birisi gelse de sohbet etsek’  diyordum.” dedi amca.

Daha ilk selamlaşmada amcadan elektrik almıştım. Konuşulacak, sohbet edilecek babacan birine benziyordu. Karşısına geçip oturdum.

Amcayı baştan aşağı süzmeye başladım. Yetmiş seksen yaşlarında görünüyordu. Jilet kaydı tıraşı, kırlaşmış seyrek bıyıkları , geniş kulakları , cüsseli  yapısı, gözlerinde geniş dereceli altın sarısı  gözlüğü ve başındaki  kasketi, bankın kenarındaki beyaz bastonu,  sağ elinin parmağındaki ay yıldızlı gümüş yüzük,  benim hayli dikkatimi çekti. 

Açık sarı bir gömleğin üzerine çok eski bir delme (çeket altına giyilen kısa kollu giysi)  ve delmenin üzerine de yeşil bir hırka giymiş, bir elini bankın üzerine diğer elini masanın üzerine koymuş; hani derler ya;   “Yedi Keçili Kürt ağası “ gibi oturuyordu.

“Ankara’nın göbeğinde tam bir köy ağası ile tanışacağım.” dedim içimden. Hemen konuşmaya başladım. Memleketini, adını, halını hatırını  sorduktan sonra:

“Amca, maşallah çok dinç görünüyorsunuz. Sağlıklı bir yapınız var. Sormak ayıp olmazsa kaç yaşındasınız?”

“Ben yaşımı söylemeyeyim. Sence  kaç yaşında gösteriyorum”

“Bana göre siz yetmiş veya yetmiş beş”

“Hayır. Seksen altı yaşındayım. “

“Maşallah. Bunu neye borçlusunuz.”

“Ben hiç çalışmadım. Köyde kapımda beş yüz adet seyis vardı. Tarlama tapanıma ve bu seyislere bakan birçok azabım vardı.”

“Seyis dediğin keçi değil mi amca? Bizim oralarda keçilere seyis denir. Sen o zaman köyün ağasıydın herhalde. Bu güçsüzler yurdunun bahçesinde ne işin var? Birini mi görmeye geldin.”

“Evet benim kapımda beş yüz adet keçi vardı. Yılda yedi yüz kilo tiftik satardım. Biz de keçi hayvanına seyis deriz. Ama şimdi bir tane bile yok. Birisini görmeye gelmedim evlat. Burada kalıyorum.” dediğinde,  çok şaşırdım.

“Allah… Allah…Kapısında beş yüz seyisi olan, tarlası tapanı olan, azapları olan birinin güçsüzler yurdunda ne işi var? Buraya nasıl düştün? Senin evlatların yok mu? Onlar sana bakmadılar mı? Başına bir felaket mi geldi?” dediğimde, derin bir nefes aldı. Nefes verirken  ağzından sanki alevler fışkırıyor gibiydi…

“Olmaz olur mu? İki oğlum ve üç kızım var. Hepsi hayırsız çıktı. Sorma evlat sorma. Sen sen ol sağlığında evladına mal bağışlama. Ben böyle bir hataya düştüm. Kendimi de bu güçsüzler yurdunda buldum. “ dedi , başladı hayat hikayesini anlatmaya…  

Köyün en zengin iki kardeşiydik. Babamızdan büyük bir miras kalmıştı bize. Küçüğümün erkek evladı olmuyordu. İkinci bir hanımla evlendirdik. Ondan da çocuk olmadı. İlk eşi kız kardeşinin çocuklarından birini evlatlık almak istedi. Ben karşı çıktım. Bir gün evime ilçe kaymakamı ve hakimi gelmişti. Onlara çok güzel bir ziyafet çekmiştim. Konu kardeşimin çocuğunun olmadığından bahsedilince, sofraya hizmet eden torunum,  Hakimin dikkatini çekmiş.

“Hüsrev ağa, sağdan soldan niye evlatlık arıyorsunuz. Şu torununu kardeşine ver evlatlık. Sizler razı olursanız  yarın ilçeye gelin. Dilekçenizi verin. Bir çırpıda bu işi halledeyim” dedi.

Sofrada birbirimizin gözlerine bakıştık. Bu torunumu çok seviyordum.  “Ona nasıl kıyayım da evlatlık vereyim! “  diye düşünürken,  Kaymakam Bey de “Hüsrev ağa, bana göre de münasip. Kardeşiniz eşiyle görüşsün. O da razı olursa bu işi en kısa zamanda bitirin “ dedi ve kardeşime torunumuzu evlatlık olarak verdik.

Kardeşimin eşi bu işe “Hık! Mık!..” dedi ama zor kabullendi. İlerleyen zamanda bize tat vermedi. Kardeşimi üzerime üzerime gönderdi.  “Onun beş çocuğu var. Her şeyden onlar faydalanıyor. Malımızı bölüşelim. Biz çok rahat ederiz.”  diye,  her gün kardeşime fiti verdi. Sonunda baktık olmuyor, malı melalı, tarlaları ikiye böldük. Onlar bir tarafa savruldu biz bir tarafa.

“Birlikte bereket ayrılıkta azap vardır.” Sözlerini sanki biz hiç duymamıştık. Felaketleri üst üst yaşadıkça “ayrılığın” ne kadar kötü olduğunu idrak ettik ama iş işten geçmişti.

Eski gücümüz kudretimiz gün geçtikçe zayıflamaya başladı. Oğlumun biri ortaokulu okuyup Ankara’da bir devlet dairesine girdi. Küçük oğlanda bir özel sektörde iş bulup beni terk etti. Kızlarım da evlenip gittiler.  Oğullarımı  evlendirdim. Hepsine de ev araba aldım verdim.

Bu arada eşim vefat etti. Benim için kıyamet koptu desem yalan olmazdı. Köyde yapa yalnız dıp dızlak kaldım. Tek başına  yaşanmıyor, evlenmeye karar verdim. Oğullarım, kızlarım karşı çıktılar; ” Baba, evlenme biz sana bakarız” deseler de inandırıcı değillerdi. Çünkü hepsi köyden ayrılmıştı. “Bana kaç gün bakarsınız kızım. Kocanız razı olmaz. Oğullarıma da sizin de karılarınız istemez.” Dediğimde, “ Yok baba. Biz sana bakarız. Sen merak etme. Anamızın üzerine karı getirme!  Malımızı böldürme! ” diye bana yalvar yakardılar.

Birkaç ay geçti,  baktım olmuyor;  sağdan soldan avrat araştırmaya başladım. Yozgat’a, Çorum’a, Çankırı’ya gittim. Bu devlete kızıyorum. Dul kadınlara maaş veriyor. Bu yüzden dul kadınlar “Koca kahrı niye çekeyim? Devlet benim geçineceğim kadar para veriyor. O bana yetiyor. Kocanın kirlisini, bulaşığını  bu yaştan sonra yıkayamam. Başkasına hizmet edemem,” diye evlenmiyorlar. Dul olup da gitmediğim kapı kalmadı, arşınlamadığım sokak, cadde, köy, ilçe kalmadı. Hepsinden eli boş döndüm. Sonun da Ankara’da dört çocuğu olan bir kadınla evlenmeye karar verdim.

“Kadının çocukları büyük müydüler “ dedim.

“En büyüğü on altı yaşında idi” diye cevap verdi ve kaldığı yerden anlatmaya devam etti.

Yeni hanım iyi bir insandı. Hoşuma gitmişti. Tek sıkıntımız onun dört çocuğu ve benim beş çocuktu. “Bu çocukları birbirlerine nasıl ısındıracağız?  Nasıl sevdireceğiz?”  diye hanım ile uzun süre düşündük durduk, çözemedik. Oğullarım ve kızlarım uzun süre benimle konuşmadılar. Birkaç bayram geçti Ziyaretime gelmediler.  Ben de onları arayıp sormayınca aramıza bir soğukluk girdi.

Yeni hanım ile evliliğimizin üçüncü yılı mı dördüncü yılımı tam hatırlamıyorum. Kış mevsiminde  çok ağır hastalandım. Acil olarak  Ankara’da bir hastaneye getirip yatırdılar beni.  Çocuklarım nereden öğrendiyseler bilmiyorum, hastaneye geldiler; elimi öpüp, kendilerini affetmemi istediler. Ben de “Hepinizi bir şartla affederim” dedim ve şartımın da “Evlendiğim hanımı karım olarak kabullenmelerini ve karımın çocuklarını da kardeşleri olarak görmelerini.” söyledim. Hepsi şartımı kabul etti ve barıştık…

İşi tatlıya bağlamıştık ama yeni hanımın iki oğlu dur durak bilmiyordu. Laftan sözden anlamıyorlardı. Baktım olmayacak, beş yüz seyisi gütmesi için büyük oğlanın önüne kattım. Yirmiye yakın büyük baş hayvanı da otlatması için küçük oğlanı görevlendirdim. Her gün sürüleri dağlara, yaylalara götürüp getiriyorlardı. Birkaç hafta köylülerden şikayetler gelmeye başladı.  “Hüsrev ağa , şu oğullarına sen mi dersin yoksa biz mi gereğini yapalım. Oğullarınız köyde bağ bahçe bırakmadı, hep hayvanları bahçelerde bağlarda  otlattılar. Bunlardan çektiğimiz ne? Sen ağa adamsın. Bugüne kadar köylü olarak senden iyilik gördük. Yeni hanımının oğulları köyümüze geldikleri günden itibaren bize huzur vermiyorlar.  Yoksa oğullarını döveceğiz. Ya da ilçeye gidip şikayet edeceğiz.” Dediler.

Köylülerden şikayetler artınca bir akşam analarının yanında her iki oğlana da kızarak,  bağırarak “ Bakın oğlum, köylülerden çok şikayet gelmeye başladı. Yaymadığınız, otlatmadığınız  bağ bahçe kalmamış. Bostanlara, bahçelere hayvanları sokmayın. Köyün yukarısındaki meralara, dağlara doğru götürün. Oralarda hayvanları otlatın. Bir daha bir şikayet gelirse pılınızı pırtınızı toplar, ananızla beraber sizi postalarım. Akıllı olun” dedim.

Demez olaydım. Bunu sen mi söylersin. Birkaç gün sonra gece keçiler yaylada iken oğlan uyumuş. Kurtlar sürüyü bölmüşler. İki yüzden fazla keçiyi boğup boğup atmışlar.  Ertesi gün büyük oğlum köye gelmişti. Bu haberi duyunca deliye döndü.  Eline büyük bir meşe sopasını alıp doğru sürünün olduğu yere gitti. Eşek sudan gelinceye kadar hanımın oğluna dayak atmış. 

Dayağı yiyen oğlan gece yarısı kanlar içinde eve geldi. Oğlum sürünün başında kalmış. Karım oğlunun halini görünce bana demediği lafı bırakmadı.

 “Evladın,  oğlumu perişan etmiş. Kırılmadık yeri kalmamış. Yazık değil mi? Bilerek kurtlara boğdurmadı ki keçileri oğlum. Bu yapılır mı? Eğer senin oğlun bundan sonra işimize karışacaksa bu evlilik yürümez” diye, bana ilk ihtarı vermişti hanım.

Devamı haftaya....

 
Haber :
Bu Haber 3295 defa okundu
 
Anahtar Kelimeler :Züğürt Ağa, kapısında beş yüz seyisi olan,

YORUM EKLE
TAVSİYE ET

 Yorumlar ( 0 )

Henüz bir yorum yapılmamış

İlgili Haber
Köşe Yazarları
Foto Galeri
Alacamızın Mecnunları
İzlenme : 5769
Kırım haritası
İzlenme : 5767
Semer
İzlenme : 3173
Mustafa Abdülemil Kırımoğlu ve Cengiz Dağcı
İzlenme : 2552
Çok Okunanlar
BUGÜN BU HAFTA BU AY

 

 

 

Sosyal ağlarda bizi takip et
Copyright © sukrubilgili.net.tr