Oğlumu saz kursuna bıraktıktan
sonra iki saatlik zamanı nasıl geçireceğim diye düşünürken ayaklarım kütüphaneye doğru gitti. İçeri girdiğimde gençlerden oturacak yer
kalmamıştı. Gazeteleri gözden geçirmekten vazgeçip kütüphanenin hemen yukarısındaki Yaşlılar Yurdunun bahçesine çıktım.
Bahçenin banklarının birinde tek
başına oturan bir yaşlıyı görünce “Onun yanına oturayım, amca ile tanışır, sohbet ederiz.” diye düşündüm. Yanına yaklaştığımda “Selamün aleyküm masanıza oturabilir miyim
amca?” dedim.
“Ve aleyküm selam. Tabi… tabi…
buyur oturabilirsin. ‘Ben de birisi gelse de sohbet etsek’ diyordum.” dedi amca.
Daha ilk selamlaşmada amcadan
elektrik almıştım. Konuşulacak, sohbet edilecek babacan birine benziyordu.
Karşısına geçip oturdum.
Amcayı baştan aşağı süzmeye
başladım. Yetmiş seksen yaşlarında görünüyordu. Jilet kaydı tıraşı, kırlaşmış
seyrek bıyıkları , geniş kulakları , cüsseli
yapısı, gözlerinde geniş dereceli altın sarısı gözlüğü ve başındaki kasketi, bankın kenarındaki beyaz bastonu, sağ elinin parmağındaki ay yıldızlı gümüş
yüzük, benim hayli dikkatimi çekti.
Açık sarı bir gömleğin üzerine
çok eski bir delme (çeket altına
giyilen kısa kollu giysi) ve delmenin
üzerine de yeşil bir hırka giymiş, bir elini bankın üzerine diğer elini masanın
üzerine koymuş; hani derler ya; “Yedi Keçili
Kürt ağası “ gibi oturuyordu.
“Ankara’nın göbeğinde tam bir köy
ağası ile tanışacağım.” dedim içimden. Hemen konuşmaya başladım. Memleketini,
adını, halını hatırını sorduktan sonra:
“Amca, maşallah çok dinç
görünüyorsunuz. Sağlıklı bir yapınız var. Sormak ayıp olmazsa kaç
yaşındasınız?”
“Ben yaşımı söylemeyeyim. Sence kaç yaşında gösteriyorum”
“Bana göre siz yetmiş veya yetmiş
beş”
“Hayır. Seksen altı yaşındayım. “
“Maşallah. Bunu neye
borçlusunuz.”
“Ben hiç çalışmadım. Köyde
kapımda beş yüz adet seyis vardı. Tarlama tapanıma ve bu seyislere bakan birçok
azabım vardı.”
“Seyis dediğin keçi değil mi amca?
Bizim oralarda keçilere seyis denir. Sen o zaman köyün ağasıydın herhalde. Bu
güçsüzler yurdunun bahçesinde ne işin var? Birini mi görmeye geldin.”
“Evet benim kapımda beş yüz adet
keçi vardı. Yılda yedi yüz kilo tiftik satardım. Biz de keçi hayvanına seyis
deriz. Ama şimdi bir tane bile yok. Birisini görmeye gelmedim evlat. Burada
kalıyorum.” dediğinde, çok şaşırdım.
“Allah… Allah…Kapısında beş yüz seyisi
olan, tarlası tapanı olan, azapları olan birinin güçsüzler yurdunda ne işi var?
Buraya nasıl düştün? Senin evlatların yok mu? Onlar sana bakmadılar mı? Başına
bir felaket mi geldi?” dediğimde, derin bir nefes aldı. Nefes verirken ağzından sanki alevler fışkırıyor gibiydi…
“Olmaz olur mu? İki oğlum ve üç
kızım var. Hepsi hayırsız çıktı. Sorma evlat sorma. Sen sen ol sağlığında
evladına mal bağışlama. Ben böyle bir hataya düştüm. Kendimi de bu güçsüzler
yurdunda buldum. “ dedi , başladı hayat hikayesini anlatmaya…
Köyün en zengin iki kardeşiydik. Babamızdan
büyük bir miras kalmıştı bize. Küçüğümün erkek evladı olmuyordu. İkinci bir
hanımla evlendirdik. Ondan da çocuk olmadı. İlk eşi kız kardeşinin
çocuklarından birini evlatlık almak istedi. Ben karşı çıktım. Bir gün evime
ilçe kaymakamı ve hakimi gelmişti. Onlara çok güzel bir ziyafet çekmiştim. Konu
kardeşimin çocuğunun olmadığından bahsedilince, sofraya hizmet eden torunum, Hakimin dikkatini çekmiş.
“Hüsrev ağa, sağdan soldan niye
evlatlık arıyorsunuz. Şu torununu kardeşine ver evlatlık. Sizler razı
olursanız yarın ilçeye gelin.
Dilekçenizi verin. Bir çırpıda bu işi halledeyim” dedi.
Sofrada birbirimizin gözlerine
bakıştık. Bu torunumu çok seviyordum.
“Ona nasıl kıyayım da evlatlık vereyim! “ diye düşünürken, Kaymakam Bey de “Hüsrev ağa, bana göre de
münasip. Kardeşiniz eşiyle görüşsün. O da razı olursa bu işi en kısa zamanda
bitirin “ dedi ve kardeşime torunumuzu evlatlık olarak verdik.
Kardeşimin eşi bu işe “Hık!
Mık!..” dedi ama zor kabullendi. İlerleyen zamanda bize tat vermedi. Kardeşimi
üzerime üzerime gönderdi. “Onun beş
çocuğu var. Her şeyden onlar faydalanıyor. Malımızı bölüşelim. Biz çok rahat
ederiz.” diye, her gün kardeşime fiti verdi. Sonunda baktık
olmuyor, malı melalı, tarlaları ikiye böldük. Onlar bir tarafa savruldu biz bir
tarafa.
“Birlikte bereket ayrılıkta azap vardır.” Sözlerini sanki biz hiç
duymamıştık. Felaketleri üst üst yaşadıkça “ayrılığın”
ne kadar kötü olduğunu idrak ettik ama iş işten geçmişti.
Eski gücümüz kudretimiz gün
geçtikçe zayıflamaya başladı. Oğlumun biri ortaokulu okuyup Ankara’da bir
devlet dairesine girdi. Küçük oğlanda bir özel sektörde iş bulup beni terk
etti. Kızlarım da evlenip gittiler.
Oğullarımı evlendirdim. Hepsine
de ev araba aldım verdim.
Bu arada eşim vefat etti. Benim
için kıyamet koptu desem yalan olmazdı. Köyde yapa yalnız dıp dızlak kaldım. Tek
başına yaşanmıyor, evlenmeye karar
verdim. Oğullarım, kızlarım karşı çıktılar; ” Baba, evlenme biz sana bakarız”
deseler de inandırıcı değillerdi. Çünkü hepsi köyden ayrılmıştı. “Bana kaç gün
bakarsınız kızım. Kocanız razı olmaz. Oğullarıma da sizin de karılarınız
istemez.” Dediğimde, “ Yok baba. Biz sana bakarız. Sen merak etme. Anamızın
üzerine karı getirme! Malımızı böldürme!
” diye bana yalvar yakardılar.
Birkaç ay geçti, baktım olmuyor; sağdan soldan avrat araştırmaya başladım.
Yozgat’a, Çorum’a, Çankırı’ya gittim. Bu devlete kızıyorum. Dul kadınlara maaş
veriyor. Bu yüzden dul kadınlar “Koca kahrı niye çekeyim? Devlet benim
geçineceğim kadar para veriyor. O bana yetiyor. Kocanın kirlisini, bulaşığını bu yaştan sonra yıkayamam. Başkasına hizmet
edemem,” diye evlenmiyorlar. Dul olup da gitmediğim kapı kalmadı,
arşınlamadığım sokak, cadde, köy, ilçe kalmadı. Hepsinden eli boş döndüm. Sonun
da Ankara’da dört çocuğu olan bir kadınla evlenmeye karar verdim.
“Kadının çocukları büyük müydüler
“ dedim.
“En büyüğü on altı yaşında idi” diye
cevap verdi ve kaldığı yerden anlatmaya devam etti.
Yeni hanım iyi bir insandı.
Hoşuma gitmişti. Tek sıkıntımız onun dört çocuğu ve benim beş çocuktu. “Bu
çocukları birbirlerine nasıl ısındıracağız? Nasıl sevdireceğiz?” diye hanım ile uzun süre düşündük durduk,
çözemedik. Oğullarım ve kızlarım uzun süre benimle konuşmadılar. Birkaç bayram
geçti Ziyaretime gelmediler. Ben de
onları arayıp sormayınca aramıza bir soğukluk girdi.
Yeni hanım ile evliliğimizin
üçüncü yılı mı dördüncü yılımı tam hatırlamıyorum. Kış mevsiminde çok ağır hastalandım. Acil olarak Ankara’da bir hastaneye getirip
yatırdılar beni. Çocuklarım nereden
öğrendiyseler bilmiyorum, hastaneye geldiler; elimi öpüp, kendilerini affetmemi
istediler. Ben de “Hepinizi bir şartla affederim” dedim ve şartımın da “Evlendiğim
hanımı karım olarak kabullenmelerini ve karımın çocuklarını da kardeşleri
olarak görmelerini.” söyledim. Hepsi şartımı kabul etti ve barıştık…
İşi tatlıya bağlamıştık ama yeni
hanımın iki oğlu dur durak bilmiyordu. Laftan sözden anlamıyorlardı. Baktım
olmayacak, beş yüz seyisi gütmesi için büyük oğlanın önüne kattım. Yirmiye
yakın büyük baş hayvanı da otlatması için küçük oğlanı görevlendirdim. Her gün
sürüleri dağlara, yaylalara götürüp getiriyorlardı. Birkaç hafta köylülerden
şikayetler gelmeye başladı. “Hüsrev ağa
, şu oğullarına sen mi dersin yoksa biz mi gereğini yapalım. Oğullarınız köyde
bağ bahçe bırakmadı, hep hayvanları bahçelerde bağlarda otlattılar. Bunlardan çektiğimiz ne? Sen ağa
adamsın. Bugüne kadar köylü olarak senden iyilik gördük. Yeni hanımının
oğulları köyümüze geldikleri günden itibaren bize huzur vermiyorlar. Yoksa oğullarını döveceğiz. Ya da ilçeye gidip
şikayet edeceğiz.” Dediler.
Köylülerden şikayetler artınca
bir akşam analarının yanında her iki oğlana da kızarak, bağırarak “ Bakın oğlum, köylülerden çok
şikayet gelmeye başladı. Yaymadığınız, otlatmadığınız bağ bahçe kalmamış. Bostanlara, bahçelere
hayvanları sokmayın. Köyün yukarısındaki meralara, dağlara doğru götürün.
Oralarda hayvanları otlatın. Bir daha bir şikayet gelirse pılınızı pırtınızı
toplar, ananızla beraber sizi postalarım. Akıllı olun” dedim.
Demez olaydım. Bunu sen mi
söylersin. Birkaç gün sonra gece keçiler yaylada iken oğlan uyumuş. Kurtlar
sürüyü bölmüşler. İki yüzden fazla keçiyi boğup boğup atmışlar. Ertesi gün büyük oğlum köye gelmişti. Bu
haberi duyunca deliye döndü. Eline büyük
bir meşe sopasını alıp doğru sürünün olduğu yere gitti. Eşek sudan gelinceye
kadar hanımın oğluna dayak atmış.
Dayağı yiyen oğlan gece yarısı
kanlar içinde eve geldi. Oğlum sürünün başında kalmış. Karım oğlunun halini
görünce bana demediği lafı bırakmadı.
“Evladın, oğlumu perişan etmiş. Kırılmadık yeri
kalmamış. Yazık değil mi? Bilerek kurtlara boğdurmadı ki keçileri oğlum. Bu
yapılır mı? Eğer senin oğlun bundan sonra işimize karışacaksa bu evlilik
yürümez” diye, bana ilk ihtarı vermişti hanım.
Devamı haftaya....