Yedi yaşına kadar görmediğim
Çanakkale Gazisi babamla oturduğumuz ilk yer sofrasında; anamın omuzuna el
atması ile kıskançlık duygularıma hakim olamadığımdan dolayı bir ok gibi
fırlayıp kenarda duran babamın kestiği karpuz kabuğunu alıp onun yüzüne ve
kafasına gelecek şekilde vurmamla birlikte kaçtıktan sonra yakalandığımda,
babamın ellerimi ve ayaklarımı tutup toprağa bıraktığı o acı anları hayatım
boyunca hiç unutamadım…
Her karpuz kesildiğinde bu
yaşadıklarım bir filim şeridi gibi hayalimde canlandı durdu….Ölünceye kadar hiç
unutamam sanırım. Rabbim hiçbir çocuğu anasız babasız büyütmesin.
Benim bu akresif davranışım
normal miydi bilmiyorum. Babamın hiç
beklemediği bir anda uzun süre hiç görmediği canından olma oğlunun bu saldırısına
karşı beni cezalandırması da normal mi idi onu da bilmiyorum….
Babam da anam da sofrada
bulunanların hepsi bu olaya çok üzülmüştü. Ama bir kere olan olmuştu… Ok yaydan
fırlamıştı…Ben anamın omuzunu el atan bir adama gereken cevabı vermiştim ve
cezamı da almıştım…
Bir daha böyle bir vakanın yaşanmaması
için evimizde tedbirlerin alındığını görüyordum. Sofrada anam ile babam yan yana hiç
oturmuyorlardı. Oturduklarını gördüklerimde kara kedi gibi ben giriyordum
aralarına….Benim yanımda babam anama hiç şaka yapmıyordu. Hatta uzun bir süre
soframızda karpuz hiç görünmedi. Canım o kadar da karpuz istiyordu ki o günlerde….
Babam beni yanından hiç ayırmadı; bu elim olaydan sonra..
Tarlaya gittiğinde beraberinde götürdü.
Ahıra girdiğinde beni de çağırdı. Her
yaptığı işi bana anlatıyordu: Sanki yedi yıllık babasız yaşadığım günleri
telafi etmek istiyordu ; bana tatlı tatlı ”Oğlum şöyle yap böyle yap “ diyordu….
Hayvanlarımıza ben bakar oldum.
Onların yemlerini, sularını, tımarını, altlarının süpürmesini hep ben
yapıyordum. Çeşmeden annemin suyunu ben getiriyordum. Değirmene eşekle bir
çuval buğdayı öğütmek için ben götürüp getiriyordum. Kışın kar yağdığında dambaşımızdaki
karları ben kürüyordum…Yağmur yağmadan önce karınca deliklerin açtığı çukurları
ayağımla ben çiğniyor, çorak toprakları dolduruyor sonrada zorlanarak lo taşını bir aşağı bir yukarı ben
yuvarlıyordum.
Babamın ve annemin evde sağ kolu
idim. Babam benim yaptığım işleri gördükçe çok seviniyordu. Oğlum “ Sen adam
olacaksın. Çok akıllısın. Kısa zamanda sana öğrettiğim işleri kavradın. Kur’an
okumayı çok kısa bir zamanda öğrendin. Özellikle matematikteki pratik zekan abine
göre çok çok iyi.” deyip beni zaman zaman tavlıyordu….
Bu tavlamaya karşı ben daha
fazlasını yapmak istiyordum…
On dört yaşıma gelmiştim.
Köyümüzde okul yoktu. Latin harfleri ile okuma yazma öğrenmek istiyordum ama
bilen yoktu. Kayseri’de ilkokul açılmıştı. O yıllarda annemi babamı bırakıp
Kayseri’ye okumaya gitmem imkansızdı. Maddi durumumuzda buna elverişli değildi
zaten….
Bir gün polis abim köyümüze
geldi. Bir hafta köyümüzde kaldı. Annemin küçüklüğünden beri boynundaki siyah
renkli bir ben büyümeye başlamıştı. Abim
bunu görünce , “Baba, anamın boynundaki siyah ben gittikçe büyüdü. Ankara’da
Numune Hastanesinde çok iyi doktorlar var. Birkaç kere ben bu hastaneye gittim.
Tedavi oldum. Doktorlara annemin rahatsızlığını söyledim. ‘Getir muayene edelim’
dediler. Müsaade edersen Ankara’ya giderken annemi götüreyim. Doktorlar bir
baksın. Belki çare bulurlar.” dedi.
Babam, abimin bu sözlerini
dikkatlice dinledikten sonra, gözlerini anama dikti. “Hanım sen ne diyorsun bu
işe? “ dedi.
Anam da “ Sen bilirsin herif. Ben
anlamam tedaviden şundan bundan. Bugüne kadar hiç doktora gitmedim.” dedi.
Babam, abimin teklifini kabul etti.
Anamı Ankara’ya götürdü. Bir ay oldu.
Anamdan hiç haber alamadık. Anam burnumda tütmeye başladı. Bir akşam babamla sofrada
otururken “Baba ben anamı görmek için Ankara’ya gitmek istiyorum. Bana izin
verir misin?” dedim.
Babam “ Oğlum, sen de gidersen
mala melale , tarlaya tapana ve bana kim bakacak. Sonra sen daha çocuksun.
Yalnız başına hiç bilmediğin Ankara’ya nasıl gideceksin. Meraklanma abin ananı en
kısa zamanda doktorlara muayene ettirir ve buraya getirir. Hadi git yerine yat
.” dedi.
Babam izin vermemişti. O gece bir
türlü geçmek bilmedi. O tarafa döndüm bu tarafa döndüm gözüme uyku girmedi. Kafamda köyden kaçıp Ankara’ya
gitme planları kurdum durdum. Sabaha karşı ezan okunurken uyumaya başladım. Bir
iki saat ya uyudum ya uyumadım. Çok kötü karışık kuruşuk rüyalar gördüm. Annem
bana “Yaşar oğlum çabuk gel. Ben ölüyorum. “ diyordu.
Babam beni sabahın köründe
kaldırmıştı . “Yaşar kalk köyün
sığırları gidiyor. Hayvanları çobana kat. Yoksa sen gütmek zorunda kalırsın”
diye bana sesleniyordu kapının eşiğinden , uykulu gözlerimi açtığımda….
O gün Ankara’ya gitmeye karar
verdim. Köyün öbür başında oturan teyzeme gidip fikrimi açıkladım. Teyzem
itiraz etse de “Teyze, anamı çok özledim. Dayanamıyorum. Öldü mü kaldı mı hiç
haberimiz yok. Anamdan bugüne kadar bu kadar uzak kalmadım. Bana yardım et. “ dedim.
Teyzem “ Yaşar, baban çok kızar.
Babana bakacak kimsede yok. Gel gitme” dediyse de “Teyze ben gideceğim . Ne
olur beni yolumdan alıkoyma.” dedim.
“Yaşar , akşam olmak üzere. Sen
gir içeride otur. Akşam eniştenle de konuşuruz. Yarın sabah erkenden gidersin.
Köyün sığırları geldi. Biraz sonra baban sığırlar eve gelmeyince seni ve sığırları
aramaya çıkar. Benden sorarsa ‘Yaşar bize gelmedi. ‘ derim” dedi ve ben de teyzemin evine girdim.
Yarım ya da bir saat sonra babam
Teyzemin evine geldi. Eniştem henüz tarladan gelmemişti. Yengeme babam “ Saliha
Hanım, Yaşar size uğradı mı? Hayvanları akşam sığır geldikten sonra Yaşar
getirmedi. Ben hayvanları sağdan soldan topladım. Yaşar evde de yok. Köyün
altını üstünü gezdim. Yer yarıldı sanki. Yaşar’ı bulamadım. Dün akşam Ankara’ya
gideceğim diyordu. Yoksa gitti mi? Yaşar’dan haberin var mı”? dedi.
Yengem de “Yaşar bize hiç
gelmedi. Çocuk annesini özlemiş olabilir. Ankara’ya gitmiş olabilir “ dedi.
Babam , eğilip içeri baksa beni
göre bilirdi. Babam uzaklaşınca yengem yanıma geldi. “Baban gitti. Korkma.“dedi.
Sabah gün ışımadan köyümüzün yakınında
Himmetdede köyünden geçen tren istasyonuna gittim. Eniştemin verdiği harçlıkla biletimi aldım. Şansımdan
fazla beklemedim. Tren gelir gelmez atlayıp bindim. Bir kompartıman köşesine
suçlu bir çocuk gibi oturdum.
İlk defa tren yolculuğu
yapacaktım. Korkuyordum. Rayların üzerinden hareket eden trenin çıkardığı acayip
sesler beni iyice tedirgin etmişti. Bazı zamanları acı acı öttürdüğü düdüğü ve
bacasından çıkardığı siyah dumanlar ise benim hayli ilgimi çekmişti. Ankara’ya
gelene kadar yerimden hiç kalkmadım. Yanımda birkaç yaşlı yolcular vardı. Bana “Kimsin?
nereye gidiyorsun?” gibi bir takım sorular sordular. Hiçbirine cevap vermedim. Çünkü
beni trenden indirirler diye endişeleniyordum. Benim sessiz olduğumu görünce “Bu
çocuk sağır ve dilsiz. Konuşamıyor herhalde” diye birbirlerine el kol
hareketleri yaparak anlatmaya çalıştılar.
Tren yolculuğu bitmek bilmiyordu.
Ne zaman Ankara’ya geleceğiz diye merak ediyordum. Yol uzadıkça uzuyordu. Kompartımanın
camından dışarı bakıp, geçtiğimiz
köyleri, şehirleri, davar ve inek güden sığır çobanlarını, sıra sıra dizilmiş
selvi kavak ağaçlarını büyük bir zevkle seyrediyordum. Bir ara yaşlı bir teyzenin benim böğrüme
dürtüp elindeki dürümü uzattığını gördüm. Hiç itiraz etmeden uzatılan dürümü
aldım. Acıkmışım. Dürümün içinde çökelik vardı.
İştahla dürümü mideme indirdim. Uzatılan bir tas suyu da yudumladım. Çok
şükür aç karnım doymuş susuzluğumu gidermiştim. Yaşlı amca ve teyzelere memnuniyetimi belirtmek
için baştan aşağı gözlerinin içine
bakarak “Sağolun.” Dediğim de, hepsinin
yüz ifadeleri birden bire değişi vermişti. Kendi aralarında “Bu çocuk konuşuyor!.
Duyuyor.. Sağır dilsiz değilmiş…” diyorlardı…
Ankara’ya iner inmez doğru Numune
Hastanesine gittim. Akşam olduğundan beni içeri almadılar. Hastane kapısında
bekleyen palabıyıklı bir görevli “Yarın
öğlene doğru gel çocuk. Ziyaretler o zaman. Şimdi içeri girmek yassaaak!.. “ dedi.
Görüşler öğle arası yapılıyormuş.
Büyük bir heyecanla anamı görmek için geldiğim hastane kapısından boynu bükük
olarak ayrılıyordum….
Teyzem, abimin Demirlibahçe
İstasyonuna çok yakın olan evinin adresini ezberletmişti. Tek tek zihnime
yazmıştım evin sokağını, yapısını,
şeklini şemalini… Ankara’ya ilk indiğim istasyonda burası idi. Anamı görürüm
diye abimin evini araştırmadan hastaneye koşmuştum.
İstasyonun yanına geldiğimde sora
sora abimin evini buldum. Abim bana çok kızdı. “Babamı yalnız bırakıp niye
geldin? Nasıl korkmadan yollara düştün?“dedi. Ben de “Anamı çok özledim abi. Onu görmeye
geldim. ” Dedim ve ağlamaya başladım. Abim benim ağladığımı görünce “Tamam. Tamam
ağlama. Doğru sen de haklısın. Yarın gider görürsün. Hadi sil şu göz yaşlarını.”
dedi ve beni kucakladı. Teselli etti.
Ertesi gün sabah erkenden Demirlibahçe’den Numuneye kadar yürüyerek
geldim. Öğle arası annemin tedavi gördüğü kata çıktım. Annem beni karşısında
görünce iki gözünden yaşlar akıttı. Ben ona sarıldım ağladım o bana sarıldı
ağladı.” Oğlum hoş geldin. Baban da geldi mi?” dediğin de ” Ana, ben babamdan
izin istedim vermedi. Ben de kaçtım geldim. “ dedim.
Anam bir an durgunlaştı. Hiç
konuşmadı. Sonrada “İyi ki geldin oğlum. Her gece seni rüyamda görüyordum.
Demek ki ölmeden önce seni görecek mişim ?“ dedi.
Anamın boyun kısmı sarılı idi. “Anam
boynuna ne oldu? Tedavi ettiler mi seni?” dedim. Oğlum merak etme. Boynumdaki
büyüyen siyah beni yaktılar. Şimdi her gün pansuman edip iyileştirmeye
çalışıyorlar. Endişelenme .“ dedi .
Meraklanmamak, endişelenmemek ne mümkün!...Acaba anam yaşayacak mıydı? Yakalandığı bu illetten kurtulabilecek miydi?......Onu Allah bilir....
Anamı
ölmeden önce görmüştüm. O’na sarılırken bir yandan yanaklarından, ellerinden
öpüyor bir yandan da içimden “Rabbime şükürler olsun. Anamı sağ salim gördüm…” diye , dualar ediyordum.
Devamı haftaya....