UMUTLA
BEKLİYORUM
Umutla bekliyorum,
Bir gün doğacak güneş
tepelerden.
Uyanacak Kırım Tatarları,
Kurtulacak gecelerden.
Meyveye soyunacak ağaçlar,
Başaklar bire bin
verecek.
Her sabah pencere önüne
konan kuşlar,
Mutluluk türküsü
söyleyecek.
Bir çocuk sevinciyle
çarpacak yürekler,
Analar artık
ağlamayacaklar.
Dile gelecek yıllardır
sakladığımız dilekler,
Yolcular, yollarda
kalmayacaklar.
Umutla bekliyorum,
Bir gün doğacak güneş
tepelerden.
Uyanacak Kırım Tatarları,
Kurtulacak gecelerden.
Durdu ŞAHİN
Anadolu’nun güzel, şirin
bir ilçesi Alaca’da doğmuş ve halen doğduğu ilçede öğrencilerine kendi
dillerini, kültürlerini bıkmadan usanmadan öğreten;Alaca ilçemizde kültürel
faaliyetlerde öncülük yapan; benim gözümde bir alperen olan; arkadaşım,
gönüldaşım, kardaşım, Şair, Yazar Durdu Şahin, “Karanlık gecelerden kurtulmak”
için “Tepelerin arkasından doğacak Güneş”i ve “Güneşle birlikte uyanacak
insanlığı”, “Umutla bekliyorum” diyor.
Bu güzel dörtlüğün “Uyanacak insanlık” mısrasını,
kendisinden izin alarak “Uyanacak Kırım
Tatarları” olarak değiştirdim. Çünkü ben de yüz yıllardır zulmü yaşamış
hâlâ kendi vatanında ikinci değil, üçüncü sınıf vatandaş muamelesine tabi
tutulan ve bugüne kadar da hep “karanlık gecelere mahkûm” edilen gözü yaşlı,
kalbi yaslı, boynu bükük Kırım Tatar Milletine, tepelerden değil yalçın
kayaların arkasından doğacak ve onları kendi öz benliklerine kavuşturacak
“Özgürlük Güneşi” ni umutla dört gözle bekliyorum.
Bir fırtına kopmuştu bin
yedi yüz seksen üç yıllarında, Kırım semalarında. Durmadı fırtına. Ardı ardına
şiddetini artırarak devam etti yüz yıllardır. 18 Mayıs 1944’deki esen sadece
bir fırtına değildi, bir kasırga idi, sildi süpürdü her yeri. Kalplerinde bir
damla bile acıma duygusu taşımayan ruhsuz insanlar tarafından çelik, çocuk, yaşlı,
genç, kadın, kız, kızan, sağlam, özürlü demeden; benim asil milletimi sürdüler,
kilometrelerce uzaklıktaki bilinmeyen diyarlara...
Bu fırtınaların önünde
nice yaprak misali Kırım Tatar Türkleri savruldu, dünyanın dört bir yanına.
Kimileri benim kartbabaylarım kartanaylarım gibi “Ak Topraklara” düştü, bu
topraklarda kök saldılar; kimileri Özbekistan’da “kaçkın” damgasıyla
horlandılar, hakarete uğradılar; kimileri Sibirya da soğuktan dondu, kimileri
şurada kimileri burada isimsiz kahramanlar olarak toprak oldu, yok oldu.
Bir felaket yaşandı, bir
tufan koptu Cennet Vatan Kırım’da. Cennet olan bağlar, bahçeler viran oldu.
Cehenneme döndü dağlar, taşlar; çokraklarda, ırmaklarda su yerine kan ve irin
aktı. Karanlık gecelerde melekler değil şeytanlar dolaştı. Kırım’da bir Kırım
Tatar fidanı dahi bırakmadı, bu fırtına, bu tufan, bu kasırga.
Başka başka diyarlarda
yeniden yeşerdi, savrulan yapraklar, fidanlar, solmadılar, ölmediler,
kurumadılar; umutla büyüdüler, umutla yaşadılar, umutla birer birer döndüler
atalarının at oynattıkları, cenk ettikleri güzel Kırım ovalarına.
Günlerden Bir Mayıs.
Yıl 1946.
Yer Roma.
Kırım nere? Roma nere?
Benim beklediğim gibi
kendi topraklarından çok uzaklarda bir yaprak misali savrulan, Vatanı Kırım’a
özlem duyan İkinci Dünya Savaşı’nda önce “Kızıl Yıldızlı” sonra da “Gamalı
Haçlı” Subay elbisesi altında savaşmak zorunda kalan ve ölümlerden ölümü
yaşayan Roma sokaklarında yapa yalnız kalmış bir Kırım Tatar Türkü Sadık
Turan’da umutla değil; korku ile bekliyor.
Gelin Sadık Turan’a kulak
verelim.
”Harp yıllarında ölümün, gözlerimin içine gözlerini diktiği günler bile,
ben daha mesuttum. Şimdi bana ne oluyor? Niçin sokaklar arasındaki insanların
arasına karışıp ben de onlar gibi olamıyorum? Niçin kendimi onlardan başka
hissediyorum? Niçin herkesten aşağı olduğumu sanıyorum?” Diye kendine soruyor Sadık Turan.
Ve devam ediyor:
“Korkuyorum. Ben artık sokaklara çıkıp sevdiğim insanlarla bir arada
yaşayamayacağım. Elimden tutup beni dünyada gezdirtecek birini araştırıyorum.
Öyle biri var mı acaba? Belki var. Ya yoksa? Kalbim ve düşüncelerimle, gene de
yeryüzünde her şeyi: canlıyı, cansızı yaratmış olan Allah’ıma uzanıyorum.
Allah’ım sen beni bırakma! Sen beni koru Allah’ım! “
İnsanlıktan umudunu
yitirmiş her Kırım Tatar Türkü gibi Sadık’ta, bizleri yaratan bizleri gözeten
Yüce Yaratıcıya sığınıyor. O’ na dua ediyor. Çünkü O’ndan başka tutunacak dal
yok onun için. Rahman ve Rahim olan O
yüce Yaratan; bütün mazlumların ahını kesintisiz duyan, işitendir. Mazlumların
ahıda hiç bir zaman yerde kalmamıştır. Kırım Tatar Türkleri de kendilerine bu
vahşeti reva görenlerin akıbetini görmek için umutla, sabırla bekliyor.
Sadık Roma’nın damlarının
karardığı akşam vaktinde otelden çıkıyor. Kendinden, içindeki fırtınalardan
kurtulmak, gelişi güzel bir insan olmak için parka gidiyor. Tenha bir köşeye
oturuyor. Kırım’da ki köyünü düşünüyor:
“Bugün
1 Mayıs. Bahçeler kim bilir ne yeşildir orada. Herhalde, gene yeşilliklere
gömülmüş evleri uzaktan fark etmek zor olur. Şimdi orada akşam olmaktadır.
Güneş yayların gerisinde yeni kayboldu. Yazın köylüler akşam yemeklerini
evlerinin önündeki yeşil çardakların altında yerler, gözlerim kapalı o evleri,
o bahçeleri görüyorum; o köyleri de dolaşıyorum…
1943
yılının yazında babam Akmescit’ten köye taşınmıştı. O, köye taşınmadan, ben,
sırtımda Alman üniforması, Kırım’a izinli gitmiştim. Lüzumu yoktu. Şimdi
zavallı ne yapıyor? Ruslar hapse mi attılar acaba? Hapisteyse eğer, dayanamaz
ölür… Ya zavallı anam?.. Nerede acaba?… Ben eski Sadık değilim. Bana ne oluyor,
Yarabbim?” Diye, feryad
ediyor.
Önünde geçen sarışın,
boyalı yüzlü iki İtalyan kızı, iki Amerikan zencisinin kolunda, kahkahalar
atarak geçtiklerini görüyor. Roma şehrine dönüyor: “Hey gidi, büyük, beyaz mermer Roma! Seninle beraber bütün hayat da
onların ayakları altında. Birinin kaybettiğini başka biri bulur ve sevinir.
Fakat sen, ağlamadan, asırların ızdırabını kendinde saklamasını biliyorsun. Ben
de ağlamayayım! Ben de senin gibi mağrur görünüşlü olmalıyım. Çünkü ben
kaybetmedim. O yeşil yurdu, kanımı döktükten sonra, düşmanlarıma teslim ettim.”
Ne acı bir duygu değil
mi? Sen kanını dök, senin düşmanın baykuşlar gelsinler senin vatanına
tünesinler. Sen de Kırım’dan çok uzaklarda beyaz mermerler gibi soğuk Roma
sokaklarında yapa yalnız gez. Bu ızdırabı bir insan nasıl kaldırabilir? Ama her
kırım Tatar Türkü, çektiği sıkıntıları içine gömdü; “dağlarında, ovalarında, bağlarında bahçelerinde çiçekler yaşasın, gül
kokuları burcu burcu vatanımın semalarında dolaşsın ve bizleri beklesinler”
dediler.
“Elbet bir gün o çiçekleri derlemeye, o güzel
kokuları koklamaya gideceğiz, vatanımıza kavuşacağız.”
Diye umutla bekliyorlar. Çünkü o topraklar için çok kan akıttı Kırım
Tatarları.
Sokaklar iyice kararıyor.
Lokantaların açık penceresinden müzik sesleri etrafa taşıyor. Oteline dönmek
istiyor. V. Emmanuel’in heykeline yaklaştığında, geniş sokak boyunca, taşmış
bir dere gibi dalgalanarak gelen bir insan kalabalığı ile karşılaşıyor.
Titriyor. İki gün önce gittiği Gary Cooper’in filminden önce Belsen toplama
kamlarını olanca facialarıyla gözler önüne seren filmi hatırlıyor. Üzerine
doğru gelen bu insanları bir an, Belsen’in tel örgülerinden kurtulmuş zayıf,
etkisiz binlerce iskelet gibi görüyor.
Korkuyor. Heykelin taş
basamaklarına çıkıyor. Önünden akan insan seli,” Yaşasın Sovyetler, Yaşasın
Stalin” diye bağıra bağıra geçiyorlar.
Acaba bu güruh, Sadık’ın
yaşadıklarını yaşasaydı yine ,” Yaşasın Sovyetler, Yaşasın Stalin” diye
bağırlar mıydı?
Taş basamaklardan iniyor.
Başı yorgun, içi boş bir vaziyette yalnızlığını paylaştığı oteline dönüyor.
O akşam hatırlarını
yazamıyor. “Yarın ne olacak?” Diyor.
Sadık Turan’a ben de
Kırım’da yarın ne olacağını, Şairimiz Durdu Şahin’in “Umutla Bekliyorum”
şiirinin iki kıtası cevap veriyorum.
Cennet Vatan Kırım’da
Yarın:
“Meyveye soyunacak
ağaçlar,
Başaklar bire bin
verecek.
Her sabah pencere önüne
konan kuşlar,
Mutluluk türküsü
söyleyecek.
Bir çocuk sevinciyle çarpacak yürekler,
Analar artık
ağlamayacaklar.
Dile gelecek yıllardır
sakladığımız dilekler,
Yolcular, yollarda
kalmayacaklar.”
Bu güzel duyguları “Umutla bekliyorum…..”
BİTTİ……