Ana Sayfa
İletişim
Bize Ulaşın
Üye Girişi
Ziyaretçi Defteri
Mobil Bölüm
Ana Sayfa Foto Galeri Video Galeri
ANA SAYFA  / CENNET VATAN KIRIM

1-KORKUNÇ YILLAR ROMANI ve DUYGULARIM


1-KORKUNÇ YILLAR  ROMANI ve DUYGULARIM



 Paylaş
 26 Mayis 2018 00 : 56 

 


KORKUNÇ YILLAR  ROMANI (1)

Yaşım elliyi geçti. Çam yarmasını devirir gibi, yarım asrı devirmişim. Sizin anlayacağınız “dalya” dedik. Belki “dalya” kelimesinin anlamını bilmeyen olabilir. Açıklayayım: Bizler (yani ellisine merdiven dayayanlar), çocukluğumuzda çelik-çomak oynardık; çomakla vurduğumuz çeliği gitti yerden alır, çeliği çomakla ebeye doğru fırlattığımız çukurun bulunduğu yere doğru adımlarımızı sayarak, “bir. iki. üç.... elli,” der, durur ve “dalya bir” derdik. Sonra da saymaya devam ederdik. Allah bir dalya daha sağlıklı bir ömür gösterir mi bilmem. Ama bundan sonraki dalyada; çeliği düz bir çomakla değil de, ucu eğri bir bastonla belimiz bükülerek torunlarımızla oynayacağımızdan, hiç bir kimsenin şüphesi olmasın.

Elimde birkaç yıl önce, Ulus Semtinde, Merkez Bankası Ankara Şubesi’nin tam karşısındaki Posta Caddesi’nin girişindeki binanın alt katındaki eski kitapçıdan satın aldığım “Varlık Yayınları”na ait bir romanı okumaya karar verdim.

Romanın ilk sayfasının arkasındaki basım yılı dikkatimi çekti. Benim doğum tarihimden bir yıl önceki 1956 tarihi yazılı idi. Bu romanda benim gibi dalya demişti. Romanın adı ve yazarı yabancı değildi bana. Bir zamanlar aynı isimli romanı “Ötüken” yayın kuruluşunca yayımlanan baskısından okumuş ve çok etkilenmiştim.

Kırım'a karşı gönlümdeki sevgi tohumları, işte o zaman ekilmişti.

Bugüne kadar hiç böyle eski tarihli bir kitap okumamıştım. Elli bir yıl önce yayımlanmış romanın küçük harflerle yazılı sararmış tozlu yapraklarını çevirmeye başladım. İlgimi çeken cümleleri, paragrafları işaretledim. Daha sonra bu cümle ve paragraflardan hareket ederek romanın özetini çıkarmayı düşündüm. Satır aralarına zaman zaman kendi duygularımı, düşüncelerimi ve başka görüşleri de ekledim.

Kırım Davası ile yeni tanışan genç kardeşlerimizin, bu yazım sayesinde roman hakkında bayağı bir bilgi sahibi olacaklarını; ayrıca, Sayın Cengiz Dağcı Beyin “Korkunç Yıllar” romanını bugüne kadar okumayanların, kitapçılara koşacaklarını ve bu güzel kitabı satın alacaklarını, zaman kaybetmeden benim gibi bir solukta, zevkle içlerine sindire sindire okuyacaklarını, düşünüyorum.

Yayınevi sahibi Yaşar Nabi,  romanın girişinde,  roman hakkında okuyucunun ilgisini çekmek için özet bilgiler sunuyor:

 “Sovyet ordusunda subay olarak son dünya savaşına katılmış, nefret ettiği bir bayrak altında dövüşmek zorunda kalmış, Almanlara esir düşünce, Türklüğüne bakılmadan, toplama kamplarında inim inim inletilmiş, sonradan kurulan Türkistan ordusuna katılarak, bu sefer de Alman bayrağı altında Ruslara karşı savaşmış bir Kırımlı Türkün hikâyesiydi bu.”

“Ardında kendi insanlarını, kendi yurdunu düşman çizmeleri altında bırakmış bir Türk’ün duygularını aksettirmesi. Yeteri kadar korkunç bir dramın içinde daha da beter bir dram yer alıyordu. Bir adam yurdunu, bütün insanlarıyla birlikte kaybediyordu. Toprak gene aynı topraktı ama içinde kendi soyundan tek kişi kalmadığı için, artık vatan olmaktan çıkmıştı. Günün birinde anacığının boynuna sarılarak ayrılmış olduğu yerlerde, şimdi yabancılar yaşıyordu. Kırım’da Türk kalmamıştı.”

“Bu derece yaşanmış, bu derece duyularak yazılmış bir faciayı insanın tüyleri ürpermeden okuması, sonunda medeniyet adı altında işlenen cinayetleri lanetle anmaması imkânsızdı.”(2)

Yaşar Nabi bu önemli bilgileri verdikten sonra ise, Yazar Cengiz Dağcı tarafından kendisine gönderilen kısa hayat hikâyesini anlatıyor:

“Cengiz Dağcı Suvarski, 1920 Martının 9 uncu günü Kırım’da Yalta şehrine yakın Kızıltaş köyünde doğmuştur. Babası Emir Hüseyin Dağcı, kendi toprağını ekip biçmekle uğraşan orta halli bir köylüydü. Cengiz’in ilk yılları hiç de iyilik ve rahatlık içinde geçmemiştir. Kıtlıklar, zelzeleler birbirini kovalamış, milis korkusu ise bir kılıç gibi daima başları üstünde asılı durmuştur. 1932 de köylülerin bütün toprakları ellerinden alınmış, köyde bir kolhoz kurulmuş, dünkü efendiler kendi topraklarında birer ırgat gibi çalışmak zorunda bırakılmıştır. İşte o sıralarda bir kış kıyamet günü süngülü Rus askerleri evlerine girerek bahtsız babayı alıp götürmüşler. Ertesi gün Cengiz, sebepsiz yere yuvasından koparılıp götürülen yalnız babası olmadığını, büyük amcalarının da aileleriyle birlikte bilinmeyen bir yere sürüldüğünü, köyün yarı yarıya boşaltıldığını görmüş, yedi kardeşi ve annesiyle birlikte kalakalmış. Üstelik aile reisleri sürülenlerin ellerinden çalışma hakkı da alındığından kara sefalet kendini göstermekte gecikmemiş.

Bir yıl Akmescit hapishanesinde tutulduktan sonra babası serbest bırakılmış, 1940 yılına kadar, kendi elleriyle kurdukları kümese benzer bir çatı altına sığınarak zar zor yaşamışlar.

İlköğrenimini köy okulunda yapan küçük Cengiz sonra Akmescit’te okula devam etmiş, 1938 de ortaokulu bitirerek Pedagoji Enstitüsüne girmiş. İki yıl burada okuduktan sonra, bitiremeden, 1940 da askere alınmış.

1941 Ukrayna cephesinde Almanlara esir düşmüş, esir kamplarından nasılsa sağ salim kurtularak Alman bozgunu sırasında kapağı müttefikler safına atabilmiş, sonra 1946 da mülteci sıfatıyla Londra’ya gelerek orada bir İngiliz(*) kadınıyla evlenmiş. Bir çocuğu olmuş.“(3)

 Yaşar Nabi, Cengiz Dağcı’nın “Elhamdülillah Türk’üm, Müslüman’ım ve notlarımda yazdığımın hepsinin de hakikat olduğuna yemin ederim.” cümlesini, özellikle yazarın kendi ağzından söylediği gibi yazmış.

Bu kısa hayat hikâyesinden anlıyoruz ki, Cengiz Dağcı’nın ilk romanı olan “Korkunç Yıllar”da anlatılan olayların bir hayal ürününün olmadığını, bizzat Cengiz Dağcı tarafından  “hepsinin de hakikat olduğunu”,  “ Elhamdülillah Türk ve Müslüman’ım” diye yemin ettiğinden anlıyoruz. Ben de yazarımızın yeminine Müslüman bir Türk olarak inanıyor, sayfaları çevirmeye devam ediyorum.

Cengiz Dağcı, yaşadıkları acı gerçekleri kendi ağzından değil de kahvede tanıştığı Sadık Turan adında birinin kendisine bir ihtiyar kadın aracılığı ile teslim edilen paketten çıkan dört defterdeki hatıraları anlatıyor; bizleri yaşanmış bir hayata yolculuk yaptırıyor... Romanın sonuna kadar okuduğumuzda şunu görüyoruz: Sadık Turan’a ait acı hayatı ile Cengiz Dağcı’nın çileli hayatı birçok noktada bire bir örtüşüyor.

                                * * * 

Roman Kahramanımız Sadık Turan, Alman’a karşı savaşmak için Cennet Vatan Kırım topraklarından, son olarak 1942 yılının sonbaharında ayrılıyor ve bu ayrılık onun için çok ıstıraplı oluyor. Bu elemli ayrılışını şu satırlarla anlatıyor:

“Yurduma bir daha dönemeyeceğimi hissediyordum. İstasyonda anam, babam, kardeşlerim, hısım akraba toplanmıştı… Kompartıman penceresinden onlara bakarken hayatımın acı tatlı günlerini düşünüyordum. Bu onları sonuncu görüşümdü. Annem, sağ elini bana doğru kaldırmış, sol eliyle, omuzlarından aşağı sarkan atkısından ucunu tutarak gözlerinin yaşını siliyordu. Tren son bir düdük daha çaldı, sonra lokomotifin bağrından fışkıran kara bir duman aramıza girerek bizi birbirimizden ayırdı.” (4)

Sadık Turan, sadece anasından, babasından, kardeşlerinden, hısım ve akrabalarından ayrılmıyordu; canından çok sevdiği, çocukluk anılarının geçtiği, atalarından kendisine miras bırakıldığı toprağından başına gelecek felâketleri sanki biliyormuş gibi kompartımanın penceresinden, ellerinden alınan ata topraklarına doya doya bakıyor...

Ve şöyle diyor:

“Bu topraklar, vagonların tekerlekleri altında, yılların kanlı türküsünü söylüyordu. Bu türküyü saatlerce dinledim”. Sonra da Yüce Yaradan’a ellerini açıyor “ Allah’ım, Allah’ım” diye yalvarıyor, “Sen bizi ayırma bu topraktan! Bu toprak bizimdir. Atalarımızın mirasıdır. Aç, çıplak kalsak da bu toprakta olalım. Ölsek de bu toprakta ölelim. Vatanım, vatanım! Dünyanın hangi köşesinde olursan olayım, ben yaşadıkça sen de benimle beraber olacaksın.”(5 )

Sadık Turan bu güzel dileğine kavuşacak mıydı? Bunu Allah bilirdi.

Akşam oluyordu. Sadık ile kardeşi Bekir köyün civarındaki bir kayanın üzerinde bir direk dikip yelken açıp, kaptanlık oynuyorlardı. Anneleri bu oyunları bozuyor, birisini sığırı ahıra sokmasını, diğerini de babasına su götürmesini söylüyor. Sadık çeşmeye yaklaştığında kooperatifin önünde kapalı, siyah bir kamyon görüyor. Yolda rastladığı süngülü askerlerden korkuyor. Güğümleri acele acele çeşmeden dolduruyor. Babasının tarladan dönmeden önce evde olması gerekti. Kardeşi Bekir’de sığırla keçileri ahıra götürmüştü. Annesi sofrayı kurmuş, Sadık, Kardeşi Bekir ve iki kız kardeşi ellerinde kaşıklarla babalarının eve gelmesini bekliyorlardı.

Kırım Tatar Türklerin de adettendir; baba sofraya oturmadan ve kaşığı çorbaya daldırmadan, diğer ev halkı ilk kaşığı sallamazdı. Bu yüzden Sadık ve kardeşleri de çorbaya kaşık uzatmamışlardı.

Anneleri tedirgin görünüyor, iki de bir kapıya bakıyordu. Sadık acıkmıştı. Dayanamadı, elini ekmeğe uzattı, bir lokma ekmeği kopardı, ağzına götürdü. Annesi ona sert sert baktı, ama seslenmedi. İşte tam o sırada, pencereden bir ses duydular:

-Teyze… A, teyze, diye seslenen birinin verdiği bir haberle, Sadık’ın annesi taş gibi donup kaldı. Konuşmuyor, kımıldamıyordu. Çocuklarına “Babanız gelmeyecek. Babanızı, milisler mapusa götürmüşler,”(6) sözlerini zor söylemişti ve kirpikleri arasına dolan gözyaşlarını tutamamış, ağlamıştı. Bir ömür boyu yastığa baş koyduğu  “Evin erkeğini alıp gitmişlerdi. Geride bir sürü çocukla yüreği param parça bir ana kalmıştı.”(7)

Bu acıya hangi ana hangi kadın dayanabilirdi?

Ama Sadık Turan’ın Tatar anası yüreğine taş basmış, dayanmıştı... Henüz körpe bir fidan olan Sadık Turan, Kardeşi Bekir ve iki kız kardeşi anaları kadar dayanma gücüne sahip değillerdi...

Felaket gelince ardı ardına gelir ya. Babasının mapusa götürülmesinden sonra başlarına gelecek felaketlerden habersizdi yavrucak Sadık Turan, Kardeşi Bekir ve iki kız kardeşi...

 Toprak damlı evciklerin arasındaki, kırmızı teneke damlı, etrafına taş duvar çekilmiş, şirin mektep binasının bir sınıfında okuyan Sadık’a bir gün çok sevdiği uzun boylu, beyaz ve ince yüzlü, sarışın, çok merhametli, iyi kalpli Safiye öğretmenin “Bugünden sonra senin mektebe gelmen yasak edildi. Çünkü… Anladın mı Sadık”(8) sözlerini duyar duymaz kitaplarını toplayıp, sınıftan çıkıyor. Bir daha okula gitmiyor. Evlerindeki hayatın acılarını unuttuğu, baharda yeşil yapraklı ağaçların dalları arasında cıvıldaşan kuşlar gibi gülüp oynadığı, neşelendiği mektebinden korkmaya başlıyor. O kadar mektepten korkmuştu ki halasının evine gideceği zamanlarda dahi bahçelerden, derelerden dolaşıyordu; mektebini görmemek için.

Safiye öğretmenini son bir kez daha gördü yolda. Öğretmeni avucunun içine bir deste parayı gizlice verdi. İki ay sonra köye Kazaklar (Ruslar) geliyor. Giderken köyün ahalisini de beraberinde götürüyorlar. Öğretmen Safiye de götürülenler arasında idi.

O yıl kış birden bastırmıştı. Dışarıda acı, zehir gibi bir soğuk vardı; kar yağmıştı. saçaklardan buzlar sarkarken, evler garip ve devamlı bir sessizlik içindeydi. Yalnız deniz kudurmuş gibi, dalgalarını kayaya vuruyordu. Sessiz evlerdeki sönmüş ocak başlarında kadınlar, gelinler için için ağlaşarak sabahı bekliyorlardı. Köye bir haber gelmişti: Mahpuslar Yalta’dan Akmescid'e götürülecekmiş”.

Bu habere kadınlar çocuklar çok sevindiler. Gelecekleri gün sabahtan akşama kadar soğukta çocuklar babalarını, kadınlarda kocalarını bir kez görürüz diye bekleyip durdular. Saçları ve sakalları birbirine karışmış mapuslar arasında kimse kimseyi tanımamıştı. Koyun kuzuya karışmış, evlatları bağırlarına basan analar “Mustafa’m, Ahmet’im… Evladım… Ne kabahatimiz vardı… İmdat!” (9) çığlıkları birbirine karışmıştı. Sadece Sadık’ın annesi kocasının “Ağlama Fatma! Ağlama! Dua et! Dua et”(10 ) sözlerini duymuştu ve yumruklarını göğsüne vurarak boğula boğula ağlıyordu.

“Geride kalanlar, yamalı esvapları, paçavralara sarılmış ayaklarıyla yolun karlarını süpüre süpüre öksüz kalmış evlerine, sönmüş ocaklarına doğru yollandılar.”(11)

Sadık’ın babası iki ay sonra serbest bırakılıyor. Fakat köye girişi yasaklanıyor. İki hafta işsiz sokaklarda dolaşıyor. Açlıktan şişmeye başlıyor. Bir gün çarşıda taşlar üstünde yattığını gören bir Müslüman, ona acıyor, evine götürüyor, yediriyor, içiriyor. Evine bitişik bir kümeste yer veriyor. Kümesi tamir ediyorlar. İki ay sonra da Sadık, annesi ve kardeşleriyle Akmescit’teki bu kümesten bozma eve yerleşiyorlar. Bu eve girmezden önce, eşikte annesi ile babası, oturup birbirlerinin ellerini tutarak başlarına gelen felakete ağlıyorlar.

Babası iş buluyor. Sadıkta bütün yaz çarşıda su satıyor, kabak çekirdeği satıyor. Akşam bir lokma, sabah bir lokma ekmek, bir bardak su, bazen kuru peksimet çorbası yetiyordu. Çünkü aç olan, ekmeksiz, evsiz olan yalnız onlar değildi; bütün Kırım Tatar Türkleri aynı akıbete uğramıştı.

Sadık Turan 1939 yılının kışında, askere gitmeden önce, köyüne uğruyor. Evlerine Voronejli bir Rus ailesinin yerleştiğini, evin önündeki meşelerin devrildiğini, ahşap balkon merdivenin kesildiğini, eşik tahtasının kütük yerine kullanıldığını, bahçelerinin bakımsız, berbat bir halde olduğunu  görüyor. Bu gördüğü manzara karşısında kahroluyor...

Kış çetin geçiyordu. Evlerinde yakacak hiçbir şey yoktu. Komşuları Mehmet ağa son tezeğini getirmişti. Bütün gün yakıp tüketmelerine rağmen bir kâse su bile ısıtamadılar. Bu yüzden fırsat buldukça kardeşi Bekir’le arabalardan kömür hırsızlığına gidiyorlardı. Bir gün bu hırsızlıkta Bekir yakalanmış arabacılar iyi bir dayak atmışlardı. ”Kışla, açlıkla, bizi esir eden, evimizden, yurdumuzdan atan silahlı düşmanlarımızla savaşmaya mecalimiz yoktu. Allah yardımcımız olsun diyerek katlanmaktan başka ne gelirdi elimizden”(12) diye zaman zaman Sadık dertleniyordu.

 “Nisan başlarında küçüklerden ikisi birden hastalanıyor. Esma kardeşini nisan sonunda toprağa gömüyorlar. Tam iki hafta sonra da küçük, melek yüzlü,  kıvırcık saçlı Sabriciği de götürüp kardeşi Esma'nın yanına gömüyorlar. Artık aile de iki evlat kalıyor; Biri Bekir diğeri de Sadık.” (13)

Sadık’ın babası para kazanmasını istemiyordu artık. Biraz durumları düzelmişti.”Ben senin okumanı istiyorum, Okuyup adam olmanı istiyorum. Sana ihtiyacım olduğunu biliyorum fakat sana muhtaç olan yalnız ben değilim… Bütün millet sana, senin gibi gençlere bakıyor. Bütün milletin sizlere ihtiyacı var.” (14) Diyor ve Sadık’ın daha önce soğuduğu okul hayatına yeniden başlaması için dil döküyordu.

Babası ısrarla kelimelerin üzerine basa basa:

“Başımızdan geçenler, başkalarının da başına geldi; felakete milletçe uğradık Sadık? Bu milleti sizin gibi gençler kurtarmazsa kim kurtaracak? Bütün ümidimiz sizlerde… Bilirim, sen okumaya çok heveslisin. Köy mektebinde birinciydin… Safiye hanım, bana kaç defa, ‘Sadık’ı okut”’ demişti. Ama ne yapayım, başımızdan bu son iki sene neler geçti. Şimdi Allah’a şükür, kendimde kuvvet hissediyorum.”(15) Diyordu.

Sadık babasının bu güzel nasihatlerini her Kırım Tatar balası gibi uslu uslu dinliyor. Kayabaşı Mektebinin Müdürü Yaltalı Niyazi efendinin yardımlarıyla okula kayıt oluyor. Bu okul hayatını Sadık şöyle anlatıyor:

“1937 yılının yazı Kayabaşı mektebi, Karaim sokağında, üç katlı, yüksek, beyaz, temiz bir binaya taşındı. Sınıfının penceresinden, Tokal camisinin, etrafındaki bütün damların sırlarını saklar gibi, göğe yükselen nazlı minaresi görünürdü. Sebebini bilmiyorum, fakat sınıf arkadaşlarının arasında, en çok bu minareden hoşlanan bendim galiba. Bazen, ders sırasında, minareye bakar, dalardım; bazen hocamın sualini bile duymazdım, o zaman yanımda oturan Süleyman, dirseğiyle dürterdi beni. Mimariye baktıkça da içime iman dolardı. Hayat, onun etrafında evlerdeydi. Derslerimiz dine karşı olmasına, mektepte dinsizliği, komünizm idealini öğrenmemize rağmen ben ruhumla o minarenin bir parçasıydım. Her evden, her damdan, her eşikten, her kalpten, gözle görülmez bağlar uzanıp bütün insanları, bütün hayatı, bütün varlığı o minareye bağlıyor gibi gelirdi bana. Mektepte son senemdi.” (16)

Sadıkla, Süleyman arkadaşı Tıp Enstitüsüne girmeye karar veriyorlar. Bu karar Sadık’ın kararı idi. Süleyman ise subay mektebine gitmek istiyordu. Sadık’ın samimi arkadaşlığı Süleyman’ı ikna etmişti.

 Bir gün cebir dersinden sonra zil çaldı. Herkes dışarı çıktı. İçerde sadece Sadık kaldı. Sadık pencerenin yanında derin bir sessizlik içinde iken, Tokal Camisine bakıyordu. Minarelerde adamlar gördü. Akmescit minarelerinde ilk defa adam görüyordu.  Yanı başında Süleyman’ın “Camiyi yıkacaklar “ sözünü duyar duymaz, “Yıkacaklar “ sözü Sadık’ın kalbine bıçak gibi saplandı. Bütün vücudu titredi. Süleyman’ın “Bak sadık! Minare devriliyor! “, “Devriliyor! Devriliyor”  sözleriyle zincirlere bağlanan minarenin yıkılışını hüzünle seyretti.

Bu korkunç manzarayı kendi ağzından dinleyelim:

“Bir daha baktım. Tokal camisinin minaresi gözümde kayboldu. Minare ile birilikte bahçenin güzelliğinde söndü. Yeşilliklerin arasından göğe, renksiz bir duman yükseliyordu. Ben bütün benliğimle hâlâ demin içimde sallanan o şeyin esiriydim. Minare yıkıldı gitti, ben ne yıkılabiliyor, ne de ayakta durabiliyordum. Kaçıyordum. kaçıyordum. Nereye? Niçin? Bilmiyordum. Hayat benim için manasız bir kelimeydi. Sınıf, Süleyman, dışarıda evler, insanlar, mektep benim için birer hiçti. Minare devrildi. minareyle birlikte, beni yaşatan bir şeyde birlikte yerle bir oldu. Sınıftan nasıl çıktığını bilmiyorum, merdivenleri nasıl indiğimi hatırlamıyorum. En çok hatırladığım, şehrin sokaklarında, alnımdan yanaklarımdan terler aka aka koşumdur. Evimiz girer girmez annemin ayaklarına sarıldım. Annem zavallı annem, ne olduğunu bilmiyordu.”(19)

Rusların ilk yıktığı Tokal Camisi değildi bu; tarihte binlercesini yıkmıştılar. Tokal Camisi’nin minaresinin  yıkıldığı tarihten tam 385 yıl önce Kazan Hanlığı’nda, Şehrin Sekiz Minareli Şah Kulu Camisi ile birlikte birçok tarihi eser yok edilmişti. Bakın İbrahim Öztürk Bey, bu tarih düşmanlığını şu cümlelerle ne güzel ifade etmiş:

 “Tatar soydaşlarımızın çektiği acılar, gök kubbeyi ağlatacak, çatlatacak cinsten. Kazan Hanlığı, 1552 yılında Rusların işgali, camileri, hanları, kütüphaneleri yakıp yıkmasıyla son bulmuş. Ruslar bunu 'İstanbul'un intikamı' olarak sundu. Şehrin sekiz minareli Şah Kulu Camii'ni yakıp yakınına devasa bir kilise yaptılar. Hanlığın başında o sırada Süyün Bike Hatun vardı. 2 yaşındaki erkek çocuğun büyüyüp işin başına geçmesini bekliyordu. Bu zaafı, düşman affetmedi. İşgal sonrası esir düştü, bilinmez yerlere götürüldü. Daha anne sütü emerken esaretle tanışan yavrusu 20'sine varmadan bir kilisede öldü. 1930'larda Stalin, acıların üstüne tüy dikti. Tatarlar, ipi kopan tesbih taneleri gibi arzın her tarafına savruldu.” (17) 

Kazan Hanlığı 1552 yılında tarihi ile birlikte insanları da katledilmişti. Katliam sırası Kırım Hanlığı’nın topraklarında yaşayan Kırım Tatarlarına gelmişti. Sadık Turan’da bu topraklarda yaşayan ipi kopan tespih tanelerinden biri idi. Tokal Camisi’nin  minaresinin yıkılışını bizzat gözleriyle gören ilk şahitlerdendi.

Sadık’ı Tokal Camisi’nin minaresinin yıkılması çok etkilemişti. O günden sonra okula hiç gitmedi. Okuldan ikinci kez soğumuştu. Babası da zorlamadı. Babası ona akşamları “Kuzu Kurpeç”, “Çora Batır” destanları söyledi. Gezintilere çıkardı. Tokal Camisi tarafına ara sıra götürürdü. Sadık oraya gitmek istemezdi. Babası bazen zorla elinden tutarak yürütür ve bahçenin önünde, caminin harabelerini işaret ederek:

“ Bak Sadık, harçlarına atalarımızın alın teri karışmış din ocaklarımız düşmanlarımızın ayakları altında!” (18)

Sadık ise bu dehşetli manzaraya bakamazdı. Alnından soğuk terler boşanırdı. Göğsünün içinde yüreği bir tokmak gibi vururdu. Kaçmak isterdi, fakat babası bunu anlardı, elini bırakmazdı:

“Biz bunlara bakıp korkmamalıyız. Düşmanlarımız korksun. Hem de nasıl korkuyorlar. Korkularından bize bu zulümleri yapıyorlar. Korkmasaydılar yapmazdılar. Yüz elli yıldır bizi tüketmeye uğraşıyorlar. Yüz elli yıl! İşte bu yurtta bir avuç Tatar kaldık. Bizi büsbütün yok etmedikçe içleri rahatlamayacak. Biz mahvolduktan sonra bile, bu sefer ruhumuzun önünde titreyecekler. İyi bak bu yıkıntılara! Sen benim evladım olmakla beraber, bu toprağın, bu yıkıntıların bir parçasısın. Seni bu toprak doğurdu. bu toprak besledi. Bil ki yalnız değilsin. Büyük bir milletin zengin geçmişi ve parlak geleceği seninle beraber. Bahçesaray’dan Kaşgar’a varana kadar binlerce minarelerimiz göklere uzanıyor. Bize Tatar diyorlar, Çerkez diyorlar, Türkmen diyorlar, Karakalpak, Çeçen, Uygur, Kabardı, Başkır, Kırgız diyorlar. Bunlar hep yalan! Deniz parçalanmaz. Biz TÜRK-TATARIZ. Bunu senin kalbinin bildiği gibi, her Başkırt, her Kırgız, her Kazak’ın, Kırgız’ın da kalbi bilir. Kalbinin hisleriyle hareket et. Dünyanın boş hırsına kapılma.”19 diye, Sadıkı’ın kulağında küpe kalacak sözleri söyledi.

Bir Tatar babayı bundan daha iyi nasıl nasihat verebilir ki evladına! Her Tatar balası Sadık’ın babasının söylediklerini beyninin en güzel bir köşesine not etsin. Çünkü hepimizin bu güzel duygulara su gibi ekmek gibi ihtiyacımız var. 

Sadık’ın babasının söyledikleri yalan değildi. Bakın Kırım’da görev yapmış bir öğretmenimiz Sadık'ın gördüğü harabeleri yetmiş yıl sonra Kırım’da o da görmüş ve şu mısraları yazmış:

“Mezar taşlarını söküp atmışlar

Bayrağı, sancağı çekip atmışlar,

Kitabı, Kur'an-ı yakıp atmışlar,

Yapmayın diyecek diller yokolmuş...” (20)

Bu harabereleri ben de 2003 yılında Kırım'a gittiğimde isyan ederek Sadık gibi hüzünle ve “KIZIL GÖZYAŞLARIYLA”  mahzun mahzun seyretmiştim. Çünkü Gözleve'deki Mimar Sinan'ın yaptığı Allah’ın evi olan Camii  Allahsızlık anlamına gelen “Ateistlik Merkezi” yapmışlar. Kırım Tatar Türklerinin efsanevi lideri Cemiloğlu'nun köyündeki Camiyi’ de sinema salonu yapılmış. Bu camilerin tuvaletlerinin kapılarını dahi söküp atmışlar. HANSARAY'IN CAMİİ arkasındaki mezarlık sanki bir savaş alanı gibiydi. Başta Hanların mezar olmak üzere bütün mezar taşları sağda solda yerlerde boynu bükük olarak kendilerini bu zulümden kurtaracak Giray Hanların torunlarını bekliyordular. Kırım'da tarihi camilere ve mezarlara karşı yapılan bu saygısızlıkları gördükçe ben de Sadık gibi, bize bu zülmü reva görenlere isyanım bir kat daha arttı…

Sadık’ın babası ne kadar haklı imiş değil mi? Ne diyordu Babası Sadık’a? Bir kez daha okuyalım:

“Biz bunlara bakıp korkmamalıyız. Düşmanlarımız korksun. Hem de nasıl korkuyorlar. Korkularından bize bu zulümleri yapıyorlar. Korkmasaydılar yapmazdılar. Yüz elli yıldır bizi tüketmeye uğraşıyorlar. Yüz elli yıl!

Daha nice yüz yıllar geçse de Kırım’da Kırım Tatar Türkleri’ni hiçbir zaman tüketemeyecekler... Bunu herkes bir yere yazsın. Çünkü bugün Kırım dağlarında yeni meşe fidanlar yetişmeye başladı…

Ayrıca, Kırım dışında binlerce Kırım'a Gönül vermiş;”Savaşın, korkunun, sürgünün çocukları” şu dizelerle haykırıyorlar:

“Kırım kırım kırdınız bizi,

Vagonlara dizdiniz bizi,

Sibirya'ya sürdünüz bizi,

Kırılmadık, yıkılmadık,

Ayaktayız, görün bizi” (21)

 

 (Devam edecek)

___________________________

Dipnotlar

(* )İngiliz değil Polonyalı olacak. ŞB

(1) Cengiz Dağcı,”Korkunç Yıllar”, Varlık Yayınları, 1956

(2) a.g.e, s.4

(3) a. g.e, s.4-5

(4) a.g.e, s.10

(5) a.g.e, s.10

(6) a.g.e, s.11

(7) a.g.e, s.11

(8) a.g.e, s.12

(9) a.g.e, s.13

(10) a.g.e, s.13

(11) a.g.e, s.14

(12) a.g.e, s.15

(13) a.g.e, s.15

(14) a.g.e, s.16

(15) a.g.e,s.16

(16) a.g.e,s.17

(17) İbrahim Öztürk, Zaman Gazetesi,

(18) a.g.e, s.19

(19) a.g.e, s.19-20

(20) Mahmut Dönmezer, Dertli Şiir Kitabından, Güller Yok olmuş

(21) Şükrü Bilgili’ nin yayımlanmamış şiirlerinden.

 
Haber :
Bu Haber 4698 defa okundu
 
Anahtar Kelimeler :Cengiz Dağcı, Korkunç Yıllar,

YORUM EKLE
TAVSİYE ET

 Yorumlar ( 0 )

Henüz bir yorum yapılmamış

İlgili Haber
Köşe Yazarları
Foto Galeri
Kırım haritası
İzlenme : 5734
Alacamızın Mecnunları
İzlenme : 5679
Semer
İzlenme : 3136
Mustafa Abdülemil Kırımoğlu ve Cengiz Dağcı
İzlenme : 2519
Çok Okunanlar
BUGÜN BU HAFTA BU AY

 

 

 

Sosyal ağlarda bizi takip et
Copyright © sukrubilgili.net.tr