Ana Sayfa
İletişim
Bize Ulaşın
Üye Girişi
Ziyaretçi Defteri
Mobil Bölüm
Ana Sayfa Foto Galeri Video Galeri
ANA SAYFA  / CENNET VATAN KIRIM

4-KORKUNÇ YILLAR: "Katiller!...Katiller!..."


4-KORKUNÇ YILLAR: "Katiller!...Katiller!..."



 Paylaş
 01 Haziran 2018 00 : 12 

KATİLLER!..KATİLLER!...


“Korkunç Yıllar-I”de “Kırım Davası ile yeni tanışan genç kardeşlerimizin, bu yazım sayesinde roman hakkında bayağı bir bilgi sahibi olacaklarını; ayrıca, Sayın Cengiz Dağcı Bey’in ‘Korkunç Yıllar’ (*) romanını bugüne kadar okumayanların, kitapçılara koşacaklarını ve bu güzel kitabı satın alacaklarını, zaman kaybetmeden benim gibi bir solukta, zevkle içlerine sindire sindire okuyacaklarını, düşünüyorum.”  demiştim.

Acaba, bugüne kadar kaç kişi bu güzel romanı aldı, okudu, balalarına okuttu? Bunu bilmiyorum.

Roman kahramanı Sadık Turan da 3 Nisan 1946 yılında Roma’da yazdığı hatıraları tekrar okuyor ve “Bunları kim merak edecek? Hiç kimse! Hiç kimse bunları okumayacak. Kimse bu yazıları merak etmeyecek; bunu iyi biliyorum. Yazar değilim. Yazılarımda kimseyi alâkadar etmeyecek bir hakikat var. O hakikat yalnız benim içimde” diyor.

Şimdi sizlere soruyorum: Sadık Turan gerçekten söylediklerinde haklı mı?  Bugün damarlarında bir damla dahi Kırım Tatar kanı taşıyan biri, Sadık Turan’ın yazdığı hakikatleri okuduktan sonra, Kırım’da Kırım Tatar Türklerine yapılan soykırıma duyarsız kalabilir mi?

Sadık Turan’ın içinde sakladığı hakikatleri öğrenmek istemez mi?

Yazdıklarını okumak istemez mi?

Tek kelime ile gerçek bir Tatar ise ister. Bu yüzden İkinci Dünya Savaşı’nda Kırım Tatar Türklerine reva görülen zulmü, işkenceyi tarihi yazılı bir belge olarak “Korkunç Yıllar” romanı ile bizlerin gözleri önüne seren Cengiz Dağcı İngiltere’de sade bir hayat yaşadı,  22 Eylül 2011 Perşembe günü saat 12:30’da Londra’daki evinde  vefat etti. Nihayet Cengiz Dağcı 71 yıl önce ayrıldığı anne toprağına kavuştu. 2 Ekim 2011 Pazar günü yapılan cenaze töreni sonunda Kırım’da  bu vuslat gerçekleşti.

İyi ki o acı hatıraları yazmış. Yoksa bizler bu zulmü kimden öğrenecektik.

Sadık Turan’a kulak verelim, bakın ne diyor:

“Ölmüş kahramanların heykellerini ölüler değil, yaşayanlar yükseltirler. Onların ruhlarını içimden çıkarıp bir heykel haline getirmek için ben hayatta kalmalıyım. Onlar arkalarında güzel izler bırakıp gittiler. Ben bugün hayattan kopmuşum. Onların izlerinden, kendimden, insanlardan, dünyadan korkuyorum. Ben yaşamıyorum: Yaşamak için savaşıyorum. Önümde yalnız karanlık ve korku var. Ben ilerleyemiyorum. Önümdeki hayatı göremediğimden daima geriye bakıyorum. Belki bana yardıma gelir. Belki bana kim olduğumu söyler, ileriki hayatın sırlarını açıklar; belki bir gün geçmişim gelir de beni yılların kanlı faciaları arasından geçirdiği gibi, bugün de zayıf, düşkün vücudumu ve ruhumu, önümdeki kara günlerden atlatarak selâmete ulaştırır.”

Sadık Turan, Roma’da yaşadığı o yıllarda hastalanır. Doktora gider. Doktor ona “konuşmalarımızın yardımı dokunur, bir gün korkularını unutursun.” diyor.

O ise “.beni şimdiye kadar yaşatan doktor değil, hatıralarım” diyerek, hatıralarını kaldığı yerden yazmaya devam ediyor.                                  

Sadık Turan, 1938 yılının sonbaharında eski kümese benzeyen evlerinden çıkıp Kazasker sokağına taşınıyorlar. Durumları günden güne düzeliyor. Babası iyi para kazanıyor. Kardeşi Bekir’de babasının yanında sanat öğreniyor. Kendisi de “Yañı Dünya” gazetesinde iş buluyor. Yeni taşındıkları evin içini dışını temizliyorlar, bahçe yapıyorlar, kapıları boyuyorlar. Yeni evleri gül gibi bir ev oluyor. Çoğu gün gözleri yaşlı gördüğü annesinin yüzü bu güzel evde gülmeye başlıyor.

Yirmi yıldır Bolşevik zulmünden perişan olmuşlardı. Bu yüzden, davalarını bir kenara bırakmış, günlük işlerle uğraşıyorlardı, ayakta kalmaya çalışıyorlardı. Toplu sürgünler durmuştu. Yalnız milletin arasından çıkan bilgili tanınmış doktorlar, profesörler, şairler, köşede, bucakta gizli kalmış hocalar, imamlar, milletin esirliğini kendi namus ve vicdanına sığdıramayıp ah çekenler; bazen da rakı içip içini boşaltanlar ansızın kayboluyordu; bu insanların nereye götürüldüğünü hiçbir kimse bilmiyordu; geri dönen de hemen hemen yok gibiydi.

Geride kalan halk da o ana yurdu her şeyden, kendinden bile çok seviyordu. Her şeyleri elinden alınmıştı; bağları, bahçeleri. O mazlum halk, ”Mahsulünü, meyvesini toplayıp hükümete teslim ederdi. Sonra gidip kooperatif kapılarında, bir kilo buğday içinde nöbete girer, gece yarılarına kadar beklerdi. Elinden alınmış tarlasında, bağında, bahçesinde iki büklüm çalışırken atalar toprağına döktüğü gözyaşlarını yalnız kendisi bilirdi. Kimseye belli etmezdi. Çünkü o toprak, o yurt onundu.”  

Sadık, yeni evlerine taşındıktan sonra arkadaşı Süleyman ve ailesiyle komşu oluyorlar. Sadık Turan doktor,  Süleyman ise subay okuluna gitmek istiyordu. Sadık’ın babası ise bu kararı kendisine bırakıyor. Süleyman’ın birlikte subay okulunu gitme ısrarını Sadık reddediyor. Kışa girdiklerinde aynı gün iki arkadaş askere çağrılıyor ve birlikte celbi aldıkları aynı gün, Akmescit’e bir askeri birliğe gidiyorlar. Sıraya giriyorlar. İvan Aleksandroviç Şişkof adında bir Rus subayı, Sadık’la arkadaşı Süleyman’ı muayene edildikten sonra odasına alıyor ve şunları söylüyor:

 “Arkadaşlar, kızılordu saflarına çağrıldınız. Elimdeki rapordan öğrendiğime göre, içinizde okumuş gençlersiniz. Sovyetler Birliği, sizin gibi aydın gençlere geniş ilerleme imkânları açıyor. Size orta kumanda mektebinde okumak ve bilginizi artırmak imkânını veriyoruz. Sizlere verdiği bu fırsattan azamî derecede istifade edeceğinize ve vatana yararlı evlâtlar olacağınızdan eminim.”

Sadık, Şikof’un kendilerine söylediklerini aynı gün akşamı babasına söylüyor. Babası Şikof’a red cevabı vermenin çok hatalı olacağını tasdik ediyor. Süleyman zaten subay okuluna gitmek istediğinden, subaylıkta iyi ve sağlam bir gelecek görüyordu. Nihayet, orta kumandan okuluna girmeye karar veriyorlar.

1938 yılının kışı, Tatar delikanlısı iki arkadaş Sadık ve Süleyman, Odesa orta kumanda okulunda okumaya başlıyor. Talim ve savaş teorilerinden çok siyasi eğitim dersleri gösteriliyor.

Özellikle Şişkof Tatar delikanlılara saatlerce Marksizm öğretiyor; Batı kapitalizmin çürüklüğünü, bütün dünyada ezilen proleterlerin Sovyetler Birliği’nden, Kızıl ordu’dan kurtuluş beklediklerini anlatıyordu. Yapılan bu eğitimin amacı ise gayet açıktı: Tatar ballarının kalplerindeki bütün hisleri söndürmek, beyinlerine girip bütün düşüncelerine sahip olmaktı. Kendilerine uygun kurşun asker yetiştirmenin sevdasındaydılar.

1940 yılının dokuz Ağustos günü Odesa Orta Kumandan Okulu’ndan teğmen rütbesiyle mezun oldu Sadık Turan. Bir hafta sonra 57’nci tümenin 94’üncü taburu ikinci bölük kumandanlığına tayin oldu. Arkadaşı Süleyman Aziz de, aynı taburun üçüncü bölük kumandanlığına getirildi. Krasnoye savunmasına kadar beraber bulundular.

1941 yılının baharı. Akkerman yakınlarında bir kampta kalıyorlar. Yurttan ayrılalı iki yıl oluyor. Anasını, babasını ve kardeşini görmek için izin istiyor, verilmiyor.

İkinci Dünya Savaşı başlamıştı. Her gece iki bazen üç alarm işaretleri veriliyor. Tankları ormana, ovalara sürüyorlar. Köylülerin tarlaları, ekinleri çiğnendiğinden köylüler Rus askerlerine dost gözüyle bakmıyorlar.

Zaman zaman kardeşi Bekir’in yazdığı mektuplar ve gönderdiği gazeteleri alıyor. Okuyor. Bekir’in mektubunda “ “Yaş Kuvvet” ve “Yañı Dünya” gazetelerinin adları değiştirildi, birinin adı “Komsomolest” öbürü de “Kızıl Kırım” oldu.

Gazete adlarıyla beraber harflerde değiştirildi. Tatar mekteplerinde ve gazetelerde, Lâtin harfleri yerine Kızıl harfler kullanılmaya başlandı.” cümlelerini okuyan Sadık beyninden vurulmuşa dönüyor. Başı dönüyor, gözleri kararıyor. Gazeteler ellerinde, ordugâhın bir ucundan öbür ucuna koşarak “Katiller! Katiller! diye “ bağırmak istiyor. Kendini zor tutuyor, bağıramıyor. Yavaş yavaş yanaklarından süzülen gözyaşlarıyla nihayet sakinleşiyor. Fakat duramıyor, yine gazetelere bakıyor.

 “Hep Tatar sözleri, Tatar kelimeleri Rus harfleriyle yazılmış… O harflere baktıkça, kendi dilimden; annelerimizin, mini mini yavrularına söylemek için kullandıkları o tatlı dilden nefret ediyorum âdeta. O yazılar öyle çirkin, öyle kaba ki!... Neden bilmem bir çocuğun sınıfta karatahtaya Rus harfleriyle Tatarca yazan elini görür gibiyim. Küçük bir el; vücut, kafa göz yok; yalnız zayıf bir el gözlerimin önünden gitmiyor. Ağlamak, hayır gülmek istiyorum. Mektuplarında babama, bana eski destanlarımızdan bana, ‘Siyer-i Nebi’ yi, ‘Çora Batır’ı bu harflerle mi gönderecek” diye, isyan ediyor Sadık Turan.

Bu Turan’ın ikinci isyanı idi. Birinci isyanı Ruslar tarafından Tokal Camisi’nin minaresinin yıkılırken yapmıştı. Mabetlerini yıkmışlardı çocukluk yıllarında. Şimdi ise harfleri yıkmışlardı; Tatarca kelimeler Rus harfleriyle yazılmaya başlanmıştı. İkinci isyanı da bunaydı.

Siz olsanız isyan etmez misiniz?

Daha nelerin yıkılacağından habersizdi Sadık Turan. Onu da ileriki yıllarda çaresizlik içinde birer birer görecek ve yaşayacaktı.

Devam edecek…

 (*)Cengiz Dağcı,”Korkunç Yıllar”, Varlık Yayınları, 1956

 
Haber :
Bu Haber 4020 defa okundu
 
Anahtar Kelimeler :Cengiz Dağcı, Korkunç Yıllar,

YORUM EKLE
TAVSİYE ET

 Yorumlar ( 0 )

Henüz bir yorum yapılmamış

İlgili Haber
Köşe Yazarları
Foto Galeri
Kırım haritası
İzlenme : 5758
Alacamızın Mecnunları
İzlenme : 5742
Semer
İzlenme : 3159
Mustafa Abdülemil Kırımoğlu ve Cengiz Dağcı
İzlenme : 2540
Çok Okunanlar
BUGÜN BU HAFTA BU AY

 

 

 

Sosyal ağlarda bizi takip et
Copyright © sukrubilgili.net.tr