“ENGELLİ DE OLSA ÇOCUKLARIMIZI SOKAĞA TERKETMEYELİM”
"ACILAR PAYLAŞILDIKÇA AZALIR"
10-16 Mayıs Engelliler haftası.
Başta Bedensel Engelli Kızım Elif
Bilge’nin ve tüm engelli kardeşlerimin “Engelliler Haftasını”
kutluyorum.
Yıllar önce bir televizyonun haber proğramında çok ilginç bir haber izlemiştim.
Haber şu idi: “Ayakları olmayan üç günlük engelli bir bebek sokağa
terkedildi. Engelli bebeği on iki yaşındaki Kübra adında bir kız çocuğu
buldu.”
Televizyon görüntülerinde de Kübra, kundakdaki üç
günlük bebeği kucağına almış, kızgın ve üzgün bir çehre ile “ Engelli
diye bu bebeği bırakan vicdansız anne ve babaya sesleniyorum. Bu yavruyu
nasıl kıydınız? Sokağa nasıl attınız? Siz bakmadıysanız ben bakarım. Bu
çocuğu doğada buldum. Adını da Doğa koyuyorum. “ diye feryat
ediyordu.
Çevresine toplanan insanlarımız da, vicdansız anne ve
babası tarafından sokağa terkedilen; gözlerini yummuş, mışıl mışıl
uyuyan, olup bitenlerden hiç haberi olmayan, ölmek üzere iken son anda
kurtulan engelli, kadersiz, masum ve günahsız Doğa’nın kundağını
elleriyle açarak, ayakları olmayan çıblak bedenine ibretle bakıyorlardı.
“Engelli Doğa”, olay yerine gelen polislere teslim edildi.
Polis amcasının kolları arasında karakola götürüldü. Acımasız anne ve
babası araştırılacak, bulunursa onlara , bulunmazsa “Çocuk Esirgeme
Kurumu”na teslim edilecek.
Bu haberi izledikten sonra tüylerim diken diken oldu.
Çeşitli nedenlerden (gayri meşru yoldan, geçindirememe korkusundan ya
da anne ve babasının ölümünden) dolayı sadece engelli çocuklar değil,
sapa sağlam nur topu gibi sağlıklı binlerce çocuklar cami havlularına,
park- bahçelere ve sokaklara terkediliyor.
Gurk tavuklar bile,
her türlü tehlikeye karşı korumak için civcivlerini kanatları arasına
alırken, bir anne veya baba canından kanından olan yavrusunu nasıl
oluyorda sokağa terkedebiliyor?
Bir hayvan kadar da mı ana
şefkatinden yoksun bu canavar ana. Bu davranışın savunulacak hiçbir
haklı gerekçesinin olduğunu düşünemiyorum; doğurduğu çocuk gayri meşru
olsa bile...
Biz neden böyle olduk? Toplum olarak niçin bozulduk? Bunu hiç düşündük mü?
Üzülerek ifade edeyim ki, vicdansız anne ve babaların sayısı günümüzde
gittikçe çogalıyor. Bunu gözlerinizle görmek isterseniz, bir gün zaman
ayırın, Ankara ilimizin Keçiören semtindeki “Atatürk Çocuk Bakım Evi” ni
ziyaret edin.
Orada anne ve baba sevgisine hasret kalmış;
sokaklara, park-bahçelere, cami havlularına terkedilmiş binlerce engelli
veya engelsiz çocuklarla karşılacaksınız.
İbret için yanınıza çocuklarınızı da almayı unutmayın. Onlarda “Anne ve Baba Sevgisi”nin ne olduğunu yaşayarak anlasınlar...
Birkaç yıl önce servis arkadaşlarımızla beraber bir cumartesi günü
“Atatürk Çocuk Bakım Evi”ndeki kimsesiz çocuklara öğle yemeği vermişdik.
Yanımızda çocuklarımızı da almıştık. Yemek menümüz 300 adet pide, 300
adet ayran ve 30 kilogramda tulumba tatlısı idi. Kundaktaki çocuklara da
süt ve meyve suları almayı unutmamıştık.
Görevlilerle beraber
çeşitli yaş gruplarına ayrılmış kimsesiz çocuklara ellerimizle pideleri,
ayranları dağıttık. Onlarla beraber masalarda pidelerden yemek istedik.
Annesiz babasız yavruların yemek yiyişlerini seyrederken gördüğümüz
tablodan irkildik; yemek yiyemedik, boğazımızda düğümlendi pideler.
Yemekten sonra “sıfır” yaş grubu çocukların bulunduğu kata çıktık.
Görevliler ayaklarımıza giymemiz için galoş verdiler. İtiraz etmeden
giydik. Her taraf pırıl pırıldı. Yerlere basmaya kıyamıyorduk.
Aman Allahım! Ne müthiş manzara; küçük küçük beşiklerin içerisinde
bebekler sıra sıra dizilmiş; kimisi ağlıyor kimisi de gözlerini yummuş
mışıl mışıl uyuyordu. Yanlarında anneleri yoktu. Ama baş uçlarında
biberonları vardı. Gıdalarıda anne sütü değil hayır sahibi
insanlarımızın getirdikleri sütlerdi.
Çok sayıda olan “sıfır” yaş
grubundaki küçük çocukları bir arada görmek beni hüzünlerdi. “Bu
çocuklardan biri ben de olabilirdim, çocuklarımdan biri de.” diye bir an
düşündüm. Olmadığı içinde Rabbime şükreddim...”Allahım hiç kimseyi
anasız babasız etme...Bu beşiklerin içinde yatan masum ve günahsız
bebeklerin yüzlerini güldür.” diye de ayrıca dua ettim.
Gözlerimizin yaşlarını silerek “üç yaşla yedi yaş” grubu çocukların oyun
salonuna geçtik. Buradaki durumda “sıfır “ yaş grubundaki çocuklardan
farklı değildi. Odada bir televizyon, iki koltuk, yerde serili
halıserin üzerinde oyuncaklarla oynayan, sağa sola koşan, birbirleriye
güreşen, bağıran, çağıran ve ağlayan otuza yakın cıvıl cıvıl kız erkek
karışık kimsesiz çocuklar vardı.
Kapıdan içeri girer girmez,
çocuklar oyunlarını bırakarak, bizlere doğru koştular;kimisi elimizden
tuttu, kimisi de bacaklarımıza sarıldı. Bizleri koltuğa otutturdular.
Arılar gibi hemen üzerimize çullandılar.
Ne olduğunu bir anda anlayamadık.
Bir de baktım ki, dizlerimde, omuzlarımda, sağımda, solumda ve arkamda
çocuklar vardı. Arkamdaki koltuğun üzerine çıkan yaramaz çocuk ise
küçük elleriyle darbuka çalar gibi saç olmayan kafama seri halde
vuruyor; her vurmada da çıkardığı “şap” “ şap” seslerinden dolayı
kahkaha ile gülüyordu.
Yanımda oturan Servis Arkadaşım Bekir’in
durumu benden farklı değildi. O da benim gibi saldırıya uğramıştı. Ayaga
kalkmak istediğinde, sırtındaki , omuzlarındaki ve ayaklarına
elleriyle sıkıca yapışmış baba sevgisine susamış çocuklar: “Ne olur
babacığım gitme, otur “ diye Bekir’e yalvarıyorlardı.
İster inanın, ister inanmayın. Bu kimsesiz çocuklar elma şekeri gibi bizleri yaladılar.
Çocuklardan biri eliyle Bekir arkadaşımın yüzünü okşadı: “Babacığım sakalların çıkmış. Sakallarını yüzüme sürer misin?” dedi.
Sakalın batmasına bile hasret kalmıştı bu yavrular.
“Babacığım beni sever misin? “, “Babacığım beni öper misin? “,
“Babacığım şu çocuk beni dövdü, ona kızar mısın?”,” Babacığım bana ne
getirdin?”, “ Babacığım ben büyüdüğümde adamları döveceğim. Bak
pazularıma, nasıl kuvvetliyim?”, “Babacığım beni kucağına alır mısın? ”,
“Babacığım bana dokunur musun?” gibi bir çok sorular sordular.
Bizlerde onları koyun kuzu gibi yaladık; bir anlıkda olsa “baba sevgisini” tatdırmaya çalıştık.
Yaşadığımız bu anı sizlere tam anlatamadım; çünkü kelimeler kifayetsiz
kalıyor. Bizler ve çocuklarımız gördüğümüz bu manzara karşısında
”Ana-Baba Sevgisi”nin ne demek olduğunu daha iyi kavradık.
İslam
gelmeden önce kız çocukları “Kızgın Arabistan Çölleri”ne diri diri
gömülüyordu. Bu döneme tarihte “Cahiliye Devri” denilir. Şimdi yirmi
birinci yüzyılda; yani, teknolojinin doruk noktaya çıktığı, yıldızların
fethedildiği, bilgisayarın bir tuşuna dokunduğumuzda her türlü bilgiyi
elde edebildiğimiz “ Bilgi Çağı”nda yaşıyoruz. Hala bu çağda, engelli
veya engelsiz çocuklar, sokaklara terkediliyorsa, yüz yıllar önce
“Cahiliye Devri”de yaşayan cahil insanlardan ne farkımız kaldı bizlerin?
Her nedenle olursa olsun, dünyaya gelmesine sebep olduğumuz çocuklarımızı engelli de olsa sokağa terketmeyelim.
Çünkü yaratılan her canlının rızkını Allah verir.
Onlara sevgimizi, sıcak yuvamızı esirgemeyelim.
Yunus’un dediği gibi “Yaratılanı hoş görelim, Yaratandan ötürü. Sevelim sevilelim, Dünya kimselere kalmaz”.