“İHTİYAR
SAVAŞÇI”
3-
“Sonun da Allah’tan da yoksun ettiler
bizi !...”
Sürgünyerine
ulaştıklarında onüç çocuk ölmüştü, yirmisi sağdı. İki haneli bir evi
lûtfetmişlerdi. Öksüz çocukları iç odadaki yere serdikleri battaniyelerin
üzerine yatırdılar…Melek hanım ile İhtiyar Savaşçı’da kapının dibine
uzandılar...
“Ve
işte, o geceden sonra, bizim Savaşçı ve Melek hanım için, uzun yıllar sürecek
olan, hatta sonu görünmeyen, sürgün hayatı başladı. Zordu bu hayat. Ama yaşamak
gerekiyordu. Yaşamaya borçluydular sanki, yükümlüydüler dersin. Arkada
bıraktıkları ölülerin ruhları karşısında, dedelerinin elleri altında ve alın
teriyle yeşermiş bağların hatırası ve yurt için canlarını feda edenlerin
onurları karşısında yaşamaya mecburdular belki de.”(s.58)
Bu hayatı yaşamaya mecburdular.. Hayata
küsmediler….Melek hanımla ihtiyar savaşçı evlendiler; vatanlarından
kilometrelerce ilerde kurdukları sıcacık yuvalarında dört yiğit evlat
büyüttüler. Bizim savaşçının çok sevdiği Alim adını koydular her birine.
“Alim,
Alimcan,
Alimgir,
Alimseyit.”
“Geçen her yıl
Sürgünyeri değişti. Kulübeler yıkıldı. Yerlerine badanalı evler kuruldu. Evler
önünde bostanlar, hatta kendi yurtlarından (kimin tarafından ve nasıl
getirildiğini bilmedikleri) tüm fidelerini diktiler mezarlığın karşı
yakasına…güneşli yerlerde elma ve armut ağaçları diktiler… Bostan, çiçek, meyve
cümbüşüne dönmüştü Sürgünyeri. Allah’ın varlığına bile inanmaya başlamıştı bizim
Savaşçı. Ölenler azalıyor, yıl yılı genç gelinler; hatta otuzbeşinde ve
kırkında olan kadınlar, çocuk doğuruyordu.” (s.71)
Aslında hayvan
vagonlarında ve Sürgün yerlerinde yok etmeye çalıştıkları Millet uyanmaya
başlamıştı….doğum yapması zor olan kadınlar bile ulusu için çocuk doğuruyordu…
Çünkü sayılarının artması gerekti…
“Ulusumuzun en büyük ve en şerefli yiğitleri
demir yolunun kenarında kalanlar.”(s.73)
diyordu, ölümlerden
ölümleri gören Melek hanım, kocası İhtiyar Savaşçı’yı teskin ediyordu zaman
zaman
Sadece kendi
sürülmemişti.
Binlerce…onbinlerce….Sürgün
akşamı yorgun gelmişti köyüne….Bir kaç cephede vatanı için savaşmıştı. Çok
yorgundu. Köyü yakılıp yıkılmıştı….Meşe ağacı dibinde sayısını ilk bakışta
bilemediği çocukları kanatları arasına alan bir anayı görmüştü ve Bu anayı da
yanındaki çocukları da önce kamyonlara sonra vagonlara bindirmişlerdi….
Bu ananın adı Melek Ana
idi. Çocuklar için de Umut ana idi….
Yazar dayanamıyordu bu
kadar zulme; isyan ediyordu.
Okuyalım isyankâr baş
kaldırış satırlarını…
“…Önce Sürgünyeri geldi
aklına, ve en karanlık sürgün günlerini hatırladı. Hâlâ sürgünde miydi Melek
hanım. Ama niçin? Niçin ve nasıl sürsündü bunca yıl sürgünlük. Payımıza düşen
Tanrı cezasıysa bile, niçin ve nasıl sürsündü bunca yıllık ceza?
Başka ne istiyorlardı
bizden? Herşeyimiz aldılar elimizden…Elimizden, gönlümüzden, tenimizden,
canımızdan. Ne Güneyi kaldı bize yurdumuzun, ne Kuzeyi; ne Batısı, ne Doğusu;
ne kıyısı, ne bucağı. Üzümümüzü verdik; ekmeğimizi verdik; incirimizi,
kızılcığımızı, gözyaşımızı, alınterimizi, kanımızı verdik…
Gene de yetmedi. Son
dirhemine dek aldılar her şeyimizi. Sonun da Allah’tan da yoksun ettiler bizi.
Nerdeydi? Nasıl bir dünyaydı Melek
hanım? Tanrı’nın haberi yok muydu bu dünyadan?” (s.183-184)
....
Devamı var....
Not:
(*) Metinde koyu renkli
olarak yazılan paragraflar, Cengiz Dağcı’nın ”İhtiyar Savaşçı” (Ötüken
Yayınları, Şubat 1987) eserinden alınmıştır (Şükrü Bilgili)
Kırımlı Nobele aday gösterilmesi gereken ünlü
yazarımız Cengiz Dağcı Beyin,” İhtiyar Savaşçı” romanını hepinizin okumasını
tavsiye ederim. Bizleri duygulandıracak daha çok güzel satırlar var. Bu güzel
kitabı okumadı iseniz en kısa zamanda okuyunuz......
__________________