“İHTİYAR
SAVAŞÇI”
1-Melekler
göklerde, Kırım Tatarları da yer yüzünde ağlıyordu..
Havanın yüzü gülmüyorsa ve planlanmış bir işim
de yoksa cumartesi ve pazar günleri benim “kitap
okuma bayram” günlerimdir.
Suratı asılmış böyle
bir havada gezmekten, tozmaktansa; evimin bir köşesine çekilip, saatlerce
daldığım kitapların sayfalarında başka dünyalarda gezinmekten; satırlar arasına
gizlenmiş hayat hikâyelerinden ve romanlardan çok zevk alırım.
Böyle bir fırsatı
yakaladığımda kitaplığıma bakarım: ”Hangi
kitabı okuyayım? “ diye.
İşte yine havası puslu
bir pazar günü Ankara’nın Keçiören semtindeki evimin yola bakan salonun
koltuğunda cumartesi sabah başladığım kitabın son sayfalarını okuyorum.
Aslında bu romanı ben
iki yıl önce okumuşum ve son boş sayfasına da 05.12.2005 tarihini düşmüşüm ve hoşuma giden satırları da kırmızı
tükenmez kalemle çizmişim.
Bir roman ikinci kez
okunur mu?
Ben hiç sıkılmadan bir
romanı ikinci kere okuyordum. Hayatımda ilk defa böyle bir iş yapıyordum. Değer
miydi aynı kitaba bir kez daha göz atmak? Zevk verir miydi aynı duyguları bir
kez daha yaşamak?
Ama bana sorarsanız
fazlasıyla değdi…Sanki yeni okuyordum bu güzel kitabı... Gözlerimden yaşlar
akarak büyük bir hüzünle satır satır okuyordum elime aldığım romanı…
Anlatılanları ben de
yaşıyordum; beni çok uzak diyarlara götürüyordu; gözümün önünden şırıl şırıl
bir su gibi akıyordu her çevirdiğim sayfalardaki duygular…
Kırım’dan sürülen bir
savaşçının hayatını nakış nakış işliyordu; iki günden buyana okuduğum hüzünlü
duygu yüklü satırlar…
“Çok eski bir zamanda
bir Savaşçı yaşıyordu Kızıltaş’ta. Günün birinde cenk çıktı. Savaşçı hasta
babasını ve hasta annesini Kızıltaş’ta bırakıp cenge gitti. Dört yıl savaştı
bizim Savaşçı. Üç kez mi dört kez mi yaralandı; bir keresinde düşmanın kurşunu
göğsünden geçip arkada belkemiğinin bir santim kenarından çıktı. Yaralıysa da
Savaşçı savaştı durmadan; bu topraklar uğruna kanını döktü; madalyalar kazandı;
Sovyetler Birliği’nin kahramanı oldu; korkmaz bir yiğit, eşsiz bir savaşçı
dediler ona. Sonra düşman yenildi ve bizim Savaşçı köyüne döndü.” (s.202)
Köyünün girişinde çok
güzel duygular taşıyordu. Acaba o duygular gerçekleşecek miydi? Bunu
bilmiyordu. Bakın Savaşçının köyü, vatanı ve çocukları için aklından neler
geçiyor, okuyalım:
“Kurtulacaktı yurt
toprakları kandan ateşten. Çiğnenmeyecekti artık tarlalar, yanmayacaktı
ekinler, ağlamayacaktı analar;çocuklar babalarıyla birlikte oturacaklardı akşam
sofralarına; gelinler erleriyle yatıp uyuyacaklardı kucak kucağa; kızlar mutlu
türküler söyleyeceklerdi düğünlerde; ve okullarda çocuklar, bahçelerde
çiçekler, bağlarda üzümler özgürlük ve barış havası içinde yetişeceklerdi;
ve onacaktı yaralar, gülecekti yüzler
arasından birini seçip evlenecekti bizim Savaşçı ve uzun yılların sonunda o
mutlu ihtiyarlığına erecekti, ve ballı çamlı kokusunu içine çeke çeke, ihtiyar
meşenin gölgesinde çayını yudumlaya yudumlaya kızıl gelincikler arasında
hoplayıp koşuşan torunlarını seyredecekti; ve ömrünün sonunda gözlerini sükûnla
yumacaktı hayata; ve yakınları, yorgunluktan artık kurtulmuş bedenini tatlı
tatlı dualarla vereceklerdi toprağa.”(s.7-8)
Kim istemez bu
hayallerin gerçekleşmesini. Kim istemez yakınları tarafından huzurlu ve mutlu
bir şekilde dualarla toprağa verilmeyi.....Çok güzel hayaller kurmuştu bizim
Savaşçı. Bu güzel rüyayı yaşayacak mıydı? Bunu zaman gösterecekti......Ama daha
ilk gördüğü manzara karşısında hayal kırıklığına uğradı.....
“Döndü ama… Karanlık
bir geceydi; insan namına kimse bulamadı Savaşçı Kızıltaş’ta. Evler talan
edilmişti; evlerin önünde başıboş hayvanlar böğrüşüyorlardı. Bulabildiği
insanları da kurşunlanıp, duvar diblerine bırakılmışlardı, ya da ağaçların
dallarına asmışlardı.”(s.202)
“Talan edilen köyünün
bir meşe ağacı dibinde, ve çevresinde, kırk kadar çocuk vardı; oğlan, kız; tümü
yere oturmuşlardı ve çoğunun kolcukları göğüsleri üzerine kavuşuktu; tümü
sessizdi; ve ay ışığında gözlerinin rengi uçuktu. Ve iri ve açık gözleri
içinde, hangi bir zalimin ve niçin, kendilerini evden attığını bilememin
şaşkınlığıyla geceye bakıyorlardı.” (s.29)
Talan edilen köyünü
bizzat gözleriyle görmüştü Savaşçı. Bu bir soykırımdı. Yarabbim yoksa kıyametin başlangıcı mı idi bu
gün.
Kök saldığı
topraklardan sürülüyordu. Sürgün başlamıştı. Savaşçı biliyordu; Sürgünün ne
demek olduğunu. Ama meşe ağacı altında toplanan sabiler biliyorlar mıydı
sürgünün anlamını, zorluğunu ve gidecekleri diyarları tanıyorlar mıydı?
Bu meçhuldu.. Savaşçı hayallerini
unutmuştu. Meşe ağacının altında toplanan çocuklarda hayal mayel kurmuyorlardı:
“Bize ne olacak diye kara kara düşünüyorlardı” ve birbirlerine sımsıkı sarılmışlardı.
“…kamyonun arka kapağı
gürültüyle açıldı ve üniformalı adam: ’Haydin!.. Bir iki!..Kamyona
atlayın’diyordu…”(s.32)
Sabiler verilen emre
uymak zorunda idiler. Yoksa eli silahlı haydutlar kurşuna dizeceklerdi. İhtiyar
Savaşçı ve çocukları kanatları arasına almış Melek Ana, anaları babaları şehit
edilmiş yetim çocukları birer birer kamyona bindiriyorlardı.....Ve bilinmeyen
bir yere hareket ediyordu kamyon.
Daha sonra balık istifi
gibi hayvan vagonlarında yaşlısıyla, hastasıyla, sakatıyla aç ve susuz bir
yolculuk başlıyordu; hiçbiri nereye götürüldüğünü soramıyordu, “bu zulmü niçin
yapıyorsunuz?” diyemiyordu.
Kelimeler bitmişti.
İnsanlık ise yok olmuştu o sürgün günü. Sadece şeytanın askerleri vardı
Kırım’ın köylerinde, bayırlarında, dağlarında ovalarında....
Melekler göklerde
ağlıyordu.
Yeryüzünde ise Kırım
Tatarları ağlıyordu...
Devamı var....
Not:
(*)
Metinde koyu renkli olarak yazılan paragraflar, Cengiz Dağcı’nın ”İhtiyar
Savaşçı” (Ötüken Yayınları, Şubat 1987) eserinden alınmıştır (Şükrü Bilgili)
Kırımlı Nobele aday gösterilmesi gereken ünlü yazarımız Cengiz Dağcı Beyin,”
İhtiyar Savaşçı” romanını hepinizin okumasını tavsiye ederim. Bizleri duygulandıracak daha çok güzel satırlar var. Bu güzel
kitabı okumadı iseniz en kısa zamanda okuyunuz......
__________________