Geçtiğimiz haftanın pazar günü Kızım
Burcu’yu KPS sınavına gireceği okula bıraktıktan sonra oğulcuk ile Çiçekli
Parkına geldik. Saat dokuzu gösteriyordu. Saat onda Yunus Emre Kültür Merkezinde
Keçiören Belediyemizin düzenlediği yaz dönemi saz kursu vardı. Sabah çıkarken
sazlarımıza almıştık. Saat onda oraya gidecektik.
“Bir saatlik zamanı parkta
yürüyüş yaparak değerlendirelim.” dedim ve oğlumla yürümeye başladık.
Oğlum direk kursa gideceğimizi
düşünerek ayağına terlik giymişti. “Oğlum istersen sen şu kenardaki parkta
oyna. Terlikle yürümek seni yorabilir.” dedim .
“Hayır baba ben yorulmam. ” Dedi
ve tur atmaya başladık.
İkinci turumuzu yaptığımızda
önümüzde birkaç metre ileride; bir iki adım attıktan sonra, ellerini havaya kaldırarak, ayaklarını sağa
sola hareket ettirerek, yürüyüş yapan ihtiyar bir delikanlıya oğlum dikkatli
bakmaya başladı. “Baba bu amca ne biçim
yürüyor.” dedi.
Yaşlı amcayı ben tanıyordum. Üç
dört yıl önce yürüyüş yaparken, amcayı ilk gördüğümde parkın kenarında bahçesinden
getirdiği elmaları satıyordu. Hatta
zaman zaman elma kasalarını bırakıp şimdi yaptığı benzer hareketler ile yürüyüş
yapması benim de ilgimi çekmişti. Yürüyüş
sonrası da birkaç kilo elma almıştım amcadan.
Oğluma önümüzden yürüyen kısa boylu,
sempatik hareketli amcayı elimle göstererek: “Bak oğlum bu amca devamlı bu
parkta yürüyor. Çoğu zaman onu burada görüyorum ve takdir ediyorum. Bununla gel
tanışalım. ” dedim ve adımlarımızı
hızlandırdık...
Amca ileri bir yaşta olmasına
rağmen çok dinç, sağlıklı ve hareketli biri idi. Oğlumun sağlıklı ve sıhhatli
olmak için neler yapması gerektiğini, bu amcanın ağzından bizzat duymasını
istiyordum. Çünkü en iyi öğrenme “Yaşayarak ve yaparak öğrenmedir.” Bu tür
öğrenmeler insanların hiçbir zaman zihninde silinmez ve kalıcı olur.
Amcanın yanına yaklaşır yaklaşmaz
“ Selamün aleyküm “ dedim ve amca da “Ve
Aleyküm Selam” dedi.
“Amca, sizden dört yıl önce elma almıştım bu
parkın kenarında. Birkaç yıl bakıyorum elma getirip satmadınız. Yoksa elma
bahçesini sattınız mı? “ dedim.
“Benim bahçe Esenboğa havaalanın
yanında. Son iki yıldır bahçemde elma olmuyor. Bunun araştırmasını yaptım. Sorunu
tespit edemedim. Yalnız birileri ‘Son bir
kaç yıldır Esenboğa’da uçakların kalkış ve inişlerinin çok artırması nedeniyle hava
kirliğinden ve hava sirkilasyonundan elma ağaçlarına zarar verdiğini “ söyledi.
Herhalde bu yüzden bahçemde elma olmuyor. ‘karşılığını verdi.
Amcaya bende “Olabilir...Canınız
sağolsun” dedikten sonra “Amca, kusura bakma merakımdan soruyorum. Kaç
yaşındasınız?” dedim. Amca yüzüme bakarak “Altmışın üzerinde” diye cevap verdi. Aslında amca seksen dört yaşında idi. Alçak gönüllü davranıyordu...
Oğluma dönerek “Bak oğlum bu amca altmışın üzerinde imiş bunu neye borçluymuş.
Sor bakalım? ” dedim.
Amca, oğlum sorusunu sormadan; oğluma
dönerek konuşmaya başladı:
“Bak delikanlı genç ve sağlıklı
kalmak istiyorsan benim gibi spor yapacaksın. Bol bol yürüyeceksin. Hareket
yapacaksın. Ben aklımın erdiği yaştan itibaren her gün yürüyüş ve hareket
yapıyorum.” Dedi sonra da bana dönerek “Bu çocuk torunun mu?” demesin mi?
Ben de “Hayır torunum değil. Oğlum.
Tekne kazıntısı.” diye cevap verdiğimde biraz mahcup biraz da esprili olarak “Kusura
bakmayın. Ben torunuz zannettim. Aslında ben de babamın son çocuğuyum. Yani
senin söylediğin gibi ben de tekne
kazıntısıyım.“ dedi ve hayat hikayesini anlatmaya başladı.
Eli yüzü nurlu, sakallarına ak
düşmüş, başındaki şapkası, diz kapaklarının bir karış altında pantolonu
lastikli, zayıf, çelik gibi sağlam ve hareketli amcanın ilginç hayat hikayesi
benim çok ilgimi çekti. Kendi ağzından dinleyelim:
“Benim babam Çanakkale Gazisi
idi. Çanakkale Savaşı başlamadan önce babam Saray’a garson olarak alınmış.
Savaş başlayınca topçu olarak Çanakkale Savaşı’na katılmış. Öldürmeyen Allah
öldürmemiş. Hiçbir yara dahi almamış. Bir gün siperde otururken askerlerden birine
“Arka dallarda asılı kabutumu getir” demiş.
Askerin getirdiği kabuta baktıklarında delik deşik olmuş...Madalyası
vardı. Gazilik maaşı almadan öldü.
Babam Çanakkale savaşından sonra
köyümüze gelmiş. Annemle evlenmiş. Üç kardeşim olmuş. Biri erkek ikisi kızmış.
Ben dünyaya gelmeden babam köyde geçim sıkıntısı çektikleri için İstanbul’a
gitmeye karar vermiş. Babam köyden ayrılırken annem bana hamile imiş. Babam
anneme “Doğacak çocuğun adını kız da olsa erkek de olsa ben burada olmazsam
adını Yaşar koyun. “demiş .
Babam 1933 yılında köyümüzden
ayrılıp İstanbul’a gelmiş. Askerden önce Saray’da garson olarak görev
yaptığından İstanbul’u çok iyi biliyormuş. İstanbul’un sokaklarında süt, yoğurt
satmaya başlamış. Kazandığı paraları eşten dostlardan annem göndermiş.
Ben 1934 yılında doğmuşum.
Babamın vasiyeti üzerine adımı Yaşar koymuşlar. Allah ömür vermiş ben de
yaşamışım. Anneme bir gün “ Adımın neden Yaşar koydunuz? “dediğimde “Oğlum
baban giderken vasiyet etmişti. Birde senden önce üç çocuğum doğum sırasında
ölmüşlerdi. Herhalde babanda senin yaşaman için çocuğun adını Yaşar koyun. “ diye
cevap vermişti.
Benim doğduğumu babama mektupla
haber vermişler. Çok sevinmiş ama o zamanları İstanbul’dan Kayseri’ye tren
seferleri durdurulmuş ve bu yüzden babam yedi yıl köyümüze gelememiş. Ben de
yedi yıl babasız olarak yaşadım. Kimselere baba da diyemedim. Amcam yoktu.
Amcam olsa idi belki ona baba diyebilirdim. Annem ben üzülürüm diye babamın
ismini hiç anmadı. Abim ve ablalarım da bana
“Babamız var, şurada çalışıyor” diye bir şey söylememişlerdi.
Bir gün annem, dayımı, ablalarımı, abimi ve beni bir
atarabasına bindirerek köyden uzaklaştık. Anneme “Ana nereye gidiyoruz?“
dediğimde “Oğlum baban İstanbul’dan geliyormuş.
Onu Himmetdede İstasyonundan almaya gidiyoruz.“ dedi. Ben çok şaşırmıştım. Yedi
yıl hiç görmediğim bir adam geliyordu. Buna ben baba diyecektim. Bugüne kadar ağzımdan baba
kelimesi hiç çıkmamıştı…”Bu adam benim babam olamaz. Ben bunu asla kabul edemem.”
demiştim o zamanki küçük beynimle.
Himmetdede İstasyonunda ne kadar
bekledik bilemiyorum. Tren geldiğinde yolcular birer birer indi. Bize doğru
elinde bir tahta valizle bir adam geliyordu. Annem o adamı eliyle bana göstererek “Bak oğlum işte şu gelen senin
baban . Koş ona doğru. Elini öp . Onu kucakla “ dedi ve eliyle omuzumdan itti.
Ben annemin ittirmesiyle bir iki
adım atar gibi oldum ama başka adım atmadım ve put gibi olduğum yerde durdum.
Babam tam karşıma geldi. Elindeki valizi yere bıraktı . Aşağı eğildi. Elleri
ile beni tuttuğu gibi havaya kaldırdı. Benim arkamda duran anneme “ Yaşar oğlum
bu mu?” der gibi bir baktı, annemden aldığı işaret üzerine, benim sağ
yanağımdan öpmek istedi. Ben iki elimle babamın öpmesini engelledim. Beni ne kadar
öpmeye çalışsa da başarılı olamadı. Beni hızlı bir şekilde yere bıraktı. Benim
bu tepkime babam çok kızmıştı.
Ben kenarda ayakta dururken ağabeyim
ve ablalarım koşarak babamın elini öptüler. Babamda onların yanaklarından
öperek kucakladı. Daha sonra dayımla tokalaştı ve anneme sarıldı. Ben hemen
babamın ayaklarını ellerimle kavradım ve küçük ayaklarımla uzun bacaklarına
tepikler vurarak ” Annemi bırak . Anneme sarılma. Sen benim babam değilsin!..” diye haykırmaya başladım.
Annem, babam, dayım, ağabeyim ve
ablalarım benim bu hareketimi gördüklerinde katıla katıla gülüyorlardı. Annemi
kıskanmıştım. Çünkü hiç görmediğim bir adam yedi yıl sonra çıkıp “Ben senin
babanım. “ deyip, bana ve anneme sarılıyordu. Bunu yedi yaşındaki babasını hiç görmemiş bir çocuk
olarak ben bir türlü kabullenemiyordum.
Köydeki evimize giderken arabada annemin
kucağına oturmuştum. Annem beni iki eliyle sıkıca tutuyordu. Benim babama yanlış bir hareket yapacağımı
düşünüyordu herhalde…. Çünkü babam olacak adam tam karşımda oturmuş; bana ve
anneme bakıp bıyık altından gülüyordu…Bana ve Bize devamlı bakan babama kızgın
kızgın bakıyordum. Dayım ve ablalarım benim bu halimi gördükçe dalga
geçiyorlardı…
”Bu senin baban değil. Sakın bu
adamı anana yaklaştırma. Sen ananı korumak zorundasın yabancı adamlardan.” sözleri
ise beni iyice delirtiyordu. Çılgına
dönmüştüm. Annem beni iyice kolları ile
sardığından hareket edemiyordum ancak
ayaklarımla babama vurmak için sallıyordum. Bazı kere isabet ettiriyordum…
Evimize geldik. Dayımın hanımı sofrayı hazırlamıştı. Kenarda
bir karpuz duruyordu. Henüz kesilmemişti. Babam “Bana bir bıçak verin karpuzu
doğruyayım. Artık bu evin erkeğiyim. Karpuz kesmek bana düşer” değil mi dedi
koca karpuzu dilim dilim kesti. Kabuklarını kapının kenarına koydu.
Dayım “Yaşar bak baban sana
karpuz kesti. Artık şu suratını asmayı bırak. Bu adam senin baban. “ dedi ve o
sırada Babam da sağ tarafında oturan annemin omzuna birden elini attı.
Babamın bu hareketini görür görmez
sofradan nasıl fırladım hatırlamıyorum. Kapı kenarında duran karpuz kabuklarından
birini aldığım gibi babamın burnundan başlamak üzere kafasını yarısını kaplayacak
şekilde , var gücümle yüzüne yapıştırıverdim.
Babamın kafasında saçları yoktu. Vurduğum karpuz
kabuğu burnundan başlamak üzere kafasın kel tarafına değer değmez “şırak” diye bir
ses çıkardı. Çok şiddetli vurmuşum ki babam sofradan birden fırladı peşime
düştü. Ben tabanları yağladım. Beni tutamadı. Ağabeyim ve dayım peşime düştüler
sonunda beni yakaladılar.
Bir elimde dayım bir elimde
ağabeyimle birlikte evimizin havlusuna
geldiğimizde, babam , yengem , annem , kapının eşiğinde duruyorlardı. Babamla
ilk yemeğimiz zehir olmuştu. Herkes ayakta idi. Babam ise çok kızgın
görünüyordu. Dayım beni babama teslim etti.
Babam beni yere yatırdı. Ellerimi
bir eliyle ayaklarımı da diğer eliyle tutarak bir kedi gibi havaya kaldırdı. Havlunun kenarında öbek
halinde duran toprağın üzerine birden bırakı verdi. Ben yere düşer düşmez
vücudumun ağrıdığını hissettim. Bu ağrı ile yerden kalkıp, ağzıma gelen
küfürleri sayarak ahıra koştum. Ahırdaki sandıktaki koyunları kırkmak için
kullanılan kırklık dediğimiz aleti aldım ve dışarı fırladım.
Babam, annem, dayım, abim ve
ablalarım beni kırklıkla görünce çok şaşırdılar. Elimdeki kırklıkla hiç tereddüt
etmeden babama doğru koşmaya başladım. Dayım ve abim benim önüme geçtiler.
Dayım “Yaşar, artık yeter. Bu senin baban. Kabullenmek zorundasın. Biz seninle
şaka yaptık. Bundan sonra bu adam sizinle beraber yaşayacak. Sen ona karpuz
kabuğu vurdun. O da seni yumuşak toprağa attı. Hadi elindekini bırak yemeğimizi
yiyelim.” dedi ve elimdeki kırklığı alıp, ağabeyime verdi. “Bu aleti yerine
götür .“ dedi.
Yedi yıldır görmediğim babamla
ilk karşılaşmamız böyle olmuştu. Demek ki bir çocuk yedi yaşına kadar babasını
görmese böyle tepki yapıyormuş. Rabbim hiçbir yavruyu anasız babasız
büyütmesin.
Babamla daha sonra çok iyi
anlaştık. Ben ona artık kızmadan “ Baba
“ diyordum. O da yedi yıldır görmediği evladını her fırsatta kucaklayarak,
yanaklarımdan öperek, her gittiği yere yanında götürerek babam olduğunu hissettirmeye
çalıştı…
Devamı haftaya..