Ana Sayfa
İletişim
Bize Ulaşın
Üye Girişi
Ziyaretçi Defteri
Mobil Bölüm
Ana Sayfa Foto Galeri Video Galeri
ANA SAYFA  / MAKALELER-ANILARIM

5-CIBIR BOYUNLU TAVUK: KEL MÜDÜRÜMÜZ NURETTİN SEVİ


5-CIBIR BOYUNLU TAVUK: KEL MÜDÜRÜMÜZ NURETTİN SEVİ



 Paylaş
 07 Ocak 2021 19 : 03 

CIBIR BOYUNLU TAVUK


BEŞİNCİ BÖLÜM : 

KEL MÜDÜRÜMÜZ NÜRETTİN SEVİ ; “MAMZERLER VE MİSKİNLER!..” 


Alaca Şehit Nedim Tuğaltay Ortaokulumuz 1951 yılında, o tarihlerde boş bulunan eski Adliye binasında eğitim-öğretime başlamıştı. Ben henüz doğmamıştım o yıllarda. 


Okulumuz, Cumhuriyet dönemine ait kesme taşlardan yapılmış, iki katlı, oluklu tuğlarla çatısı döşenmiş, yol tarafında köşeli  beş tane taş sütunlarla üstüne bir padişah tahtı gibi kondurulmuş balkonlu; alt tarafı da iki taraftan beş altı merdiven basamakla çıkılan göze batan heybetli bir girişi vardı. Aynı bu girişin tam karşısında bir ikiz giriş daha yapılmıştı. İkinci kata tahta merdivenlerle çıkılıyordu. Üst katta dört, alt katta iki sınıf ve iki idareci odası olan, dış görüntüsü ve pencerelerinin mimari yapısı ile tarihi okulumuzun 1/E sınıfında 1969 yılında orta birinci sınıfa adım atmıştım.


Koridorların, sınıfların tabanları ve tavanları, pencereler hep ahşaptı. Yaz tatilinde tahta zeminler ziftlenirdi. Okulun yan tarafında da köylerden gelen, ilçede ev tutamayıp, az bir ücret karşılığı öğrencilerin kaldığı yüksek yapılı bir pansiyon bir okul gibi duruyordu.  Bu pansiyonda bekar öğretmenler de kalıyordu. Pansiyonun tam karşısında da barakadan yapılı kütüphane ve dershane olarak kullanılan tek katlı bir bina ( bu bina Alaca’da sağ sol olaylarında yakıldı)  ve bir de basket-voleybol  sahası vardı. Sınıflar arasında veya öğretmen arasındaki yapılan basket-voleybol maçları öğrenciler tarafından büyük bir tezahürat ve alkışların eşliğinde zevkle izleniyordu. 


Ortaokulun ikinci ve üçüncü sınıflarını ( 2/D ve 3/A)  ise bu tarihi binanın alt tarafına  yeni yapılan okulda okumuştum. Ben mezun olduktan sonra bu yeni bina lise olmuştu...Yıllar sonra tarihi taş bina ortaokulumuz, tarihe saygısı olmayanlar tarafından yıkılarak yerine ucube bir bina dikmişlerdi. Benim gibi bu binada okuyan yüzlerce talebelerin anıları da tarihi bina İle birlikte toprağa gömüldü...


Yıl 1972. Bir önceki yılı devirmiş yeni yıla girdiğimizin ilk pazartesi sabahı idi. O yıl müthiş bir kış olmuştu ilçem Alaca’da. Bir hafta önce  aralıklar halinde ince ince yağan kar üç gün devam etmiş, tabiat bir gelin gibi bembeyaz bir örtüye bürünmüştü... 


Çatılarda, damdaşılarda, yollarda, sokaklarda, yazı yabanda karların kalınlığı otuz kırk santimi bulmuştu... Karın arkasından deli deli esen bir fırtınan etkisiyle karlar,  sağa sola savrulmuş öbek öbek tümsekler oluşturmuştu. Aniden gelen soğuk hava dalgasıyla da eksi otuz kırk dereceye düşen kavurucu bir soğuk karları kütük gibi dondurmuş; insanlar pürüzsüz düzgün bir asvaltın üzerinde yürür gibi bastıkları karlardan çıkan gacur gucur seslerin eşliğinde kara saplanmadan , kara batmadan çok rahat yürüyorlardı.


Tezeği, odunu, saçkısı, samanı , kömürü olmayan büyük bir sıkını içine girmiş, yazı yabanda aç kalmış tilkiler, kurtlar şehre inmiş, pinniklere (kümeslere) kapatılmış tavuklardan, hindilerden , kazlardan, ördeklerden birkaç tanesini araklamak için  kıyıda köşede gizlenir olmuşlardı...Sadece tilkiler, kurtlar aç değillerdi ilçem Alaca’da; bir çok evlerin bacalarında dumanlar tütmüyordu, bir çok evde ocaklarda kazanlar kaynamıyordu. Hatırı sayılır sayıda fakir insanlarımız da vardı. Onlar da  maddi manevi olarak sıkıntı içinde idiler. Hayırsever insanlarımızın yaptıkları yardımlarla hayata tutunmaya çalışıyorlardı. Bulduklarında “ şükrediyorlar, bulamadıklarında sabrediyorlardı...” 


İşte böyle bir kış günü ilçem tarihi taş bina ortaokulunun batı cephesinin altındaki , talebelerin teneffüste volta attıkları, her sabah içtima yapıp sıra oldukları elli metre eninde, iki yüz metre uzunluğundaki alanda , ayaklarının altında donmuş karlar üzerinde ellerini öndeki arkadaşlarının omzuna koyarak , öğretmenlerin verdiği komut doğrultusunda hizaya geçiyorlardı. 


Günlerden pazartesi idi. Her pazartesi olduğu gibi bugün de önce kılık kıyafet, saç kontrolü yapılacak, saçı olanlar iki metre yükseklikteki düzlüğe çıkarılacak , müdür yardımcılardan biri tarafından makasla koyun kırkar gibi kırkılacaktı. Kasketi ve kıravatı olmayan tespit edilecek eve postalanacaktı. 


Talebelerin çoğunun sırtında palto yoktu. Sırtlarında bir ceket, ceketin altında varsa bir kazak ve onun altında da kıravat ve gömlek, alt taraflarında da bir pantalon ve ayaklarında da kimin de cızlavıt çizme, kiminle soğuk kuyu, kiminde lastik bot veya deriden yapılmış kısa botlar vardı. 


Başların da da İkinci Dünya Savaşında binlerce insanın katili olan Alman Faşistti Adolf Hitler’in ve askerlerinin giydiği şapkaya benzeyen kasketleri vardı. 


Öğrencilerin o yıllarda kasket takması şarttı. Kasketi olmayan okula alınmaz, evine gönderilirdi. Giydikleri kasketin ön tarafında  serpuş, serpuşun tam ortasının üzerinde altın ve beyaz renkte tenekeden yapılmış bir kartal vardı. Bu kartal neyin sembolüydü bir türlü anlamamıştım. Hitlerin de sembolü kartal mıydı bilmiyorduk. Teneke kartalın hemen üzerindeki kasketin ön tarafı kalkıktı, üst tarafı arkaya doğru kayık gibi eğimli bir şekilde idi. Kasketin alt tarafını çevreleyen kırmızı, sarı, yeşil renkli bir şerit dolanıyordu; içi ise bir naylonla kaplanmış, herkesin kaybolmaması ve karışmaması için ad ve soyadlarını yazdıkları bir kağıdı koydukları küçük bir hazne göze çarpıyordu...


Okul bahçesinde sıra sıra dizilen öğrencilerin hazır olduğunu gören;  iki metre yükseklikteki yerde bize tepeden bakan Kel Müdürümüz, son kez öğrencilere göz attıktan sonra  konuşmaya başladı:


“ Çocuklar, hepinizin malumu olduğu gibi yeni bir yıla girdik. Hayırlı uğurlu olsun. Hepimiz bir yaş daha yaşlandık. Ayrıca çok çetin bir kışa girmiş bulunuyoruz. Sağlığınıza dikkat edin. Hastalanmayın. Sınıflarımızda sobalarımız gürül gürül yanıyor. Devletimiz sağolsun. Bu sene yakacak sıkıntımız yok. Sizlerden isteğim derslerinize iyi çalışmanız. Bir ay sonra sömestri yani on beş tatile gireceğiz. Bu ay sınavlar olacak. İyi hazırlanın. Okulumuza saçlı olarak,  şapkasız ve kıravatsız gelmeyin. “ dedi, Müdür Yardımcısına da “ Kılık kıyafetleri kontrol edin. Saçlı olanları, kıravatsız ve şapkasız olanları tespit edip yukarı gönderin.” dedi. 


Müdür Yardımcımızın  “Kasketleri çıkarın!..” komutu ile tüm talebe, askeri bir disiplinle kasketlerini çıkardı. Müdür Yardımcımız bütün sınıfları tek tek gezdi; saçlı olanları, kıravatı ve şapkası olmayanları ayırdı.


Yedi sekiz tane öğrenci karşımızda hazır ol vaziyette dizilmişti. Bunlardan ikisinin saçları uzundu. Diğerlerin de kasketi veya kravatı yoktu. Elinde makas olan bir görevli bizlerin ve öğretmenlerin huzurunda koyun kırkar gibi ön taraftan başlamak üzere arka kısma kadar birkaç tane tren yolu yaparak talebelerin saçları kesildi. Kıravatı ve kasketi olmayanlara da birer tokat vurularak evlerine gönderildi.  Her Pazartesi bu manzaraya alışmıştık ama yine de bizler bu infaz görüntüsünü bir elimizde kitaplarımız, bir elimizde kasketimiz olmak üzere içimizden kızarak izledik.


Ayaklarımız donmuştu. Birini yere basıp öbürünü kaldırıyorduk. Üşümüştük. Biran şu işkence bitse de Kel Müdürümüzün dediği sıcak sınıflara girseydik diyorduk.  Biz aşağıda tirim tirim titrerken iki metre yükseklikte, elleri paltosunun cebinde duran, ısıtmayan güneşin şavkıyla Işıl Işıl parlayan  kafasının tepesinde hiç saçı olmayan; sadece ense kısmında  saçlarının varlığı çok dikkatli bakılınca fark edilen ve bu saçların da sıfır numaraya vurdurmuş, yuvarlak beyaz yüksek dereceli gözlükleri altında  bizlere bakan Kel Müdürümüzde ise hiç üşüme emareleri görünmüyordu...


İstiklal Marşının söylenmesi ile sınıflarımıza uygun adımla gittik.  3/A sınıfımız yeni yapılan binanın hemen sağdan girişteki koridorunda ilk sınıftı. 


İlk defa kızların olduğu bir sınıfa düşmüştüm. Ormancı Bayram’ın oğlu Fikri, Sebzeci Topal Rıza’nın oğlu Nihat Özyurt ile orta sıranın en önünde oturuyorduk. Sol tarafımızda, pencere yakınında da iki sırada kızlar oturuyordu. Kapının hemen girişinde de ilk sırada sanırım kız arkadaşlarda vardı. Nihat Özyurt ile ilkokulda aynı sınıfta idik. Ormancı Bayram’ın oğlu Fikri ile bu sene tanışmış kanka olmuştuk. İkimizin de boyu kısa idi. Hatta erkek arkadaşlar yüzlerimizdeki kızarıklardan dolayı bizlere “ Fikriye” , “ Şükrüye” demeye başlamışlardı.


O gün ilk dersimiz Fransızca idi. Hocamızda Kel Müdürümüzdü. Ders zili çalınca, kapıdan paltosunu çıkarmış , üzerine derse girerken devamlı giydiği mavi önlüğü ile Kel Müdürümüz arzı endam etti. Elli kişi olduğumuz sınıfta Müdür Beyin girişiyle sıralarımızdan ok gibi fırlamış, ayağa kalkmış; “Günaydın çocuklar “ diyen Müdürümüze yüksek bir sesle “ Günaydın öğretmenim” diye karşılık vermiştik. Öğleden sonra müdürümüz derse girince de “ Tünaydın” derdi. Ondan başka hiçbir öğretmenimiz öğle sonrası “ tünaydın” demez, sadece müdürümüz derdi. Yani “ Tünaydın” kelimesini Kel Müdürümüzden öğrenmiştik.


Kel Müdürümüz çok kibar ve nazik biri idi. Kel Müdürümüzün , Fransızca aldığı eğitimden mi nedendir bilmiyorum; konuşurken kelimelerin üzerine basa basa, tane tane ve genizden konuşurdu. Bir İstanbul Beyefendisi gibiydi. Özellikle ders anlatırken tahtaya yazdığı tebeşiri dibine kadar kullanır, çok küçük minnacık bir parça kaldığında kapının ağzındaki çöpe atardı. Çok tutumlu biri idi. Kara tahtayı dahi o kadar güzel kullanırdı ki inci tanesi gibi yazdığı  güzel  el yazısına hayran kalırdık. 


Zaman zaman “ o” harfi ile başlayan Fransızca bir kelimeyi telafuz ederken hafif sivri burnu altındaki ince dudaklarını yuvarlak hale getirir, elindeki tebeşiri dudakları çevresinde dolaştırırken yaptığı beyaz yuvarlak çizginin farkında olmaz, ders bitene kadar da bizler içimizden bu görüntüsüne baktıkça gülerdik. 


Kel Müdürümüz, eğer sınıfta gülen olursa çok bozulur, o öğrenciyi sözleriyle itten pişman ederdi. Hiçbir zaman şiddete başvurmaz hep sözler ile bizi terbiye etmeye çalışırdı. Sadece kulak mememizi hafifçe sıkardı... Bu kadar efendi olan Kel Müdürümüzün her hafta başı saçları uzun olan öğrencilerin saçlarını makasla koyun kırkar gibi tren yolu yapılmasına ve öğrencilerin tartaklanmasana nasıl müsaade ediyor diye o günkü çocuk aklımla bir anlam veremiyordum


Kel Müdürümüz, bizlerden kuvvetli bir “ Günaydın öğretmenim” karşılığını alır almaz, eliyle oturun der gibi işaret etti. Masasına kitaplarını koydu. Mavi giydiği önlüğünün sol üst tarafındaki cebinden not defterini çıkardı. Gürül gürül yanan sobanın yanına gitti. Ellerini ve bacak kısımlarını hafif ısıttıktan sonra tam bizim sıranın yanına geldi. Not defterini açtı. Benim gözümün içine baktı. Sol yanımızda oturan kızlara dönerek:


“ Hıııım mamzerler( kızlara hep böyle hitap ederdi) ille de sizlerin de soyadının “Bilgili mi olması gerek? Şükrü Bilgili Fransızca dersinden dokuz on alıyor. Mamzerler sizler ise üç iki alıyorsunuz. Niçin çalışmıyorsunuz mamzerler?” dedikten sonra erkek arkadaşlara doğru dönerek “ Miskinler ( erkeklere de böyle hitap ederdi?” sizin de Mamzerlerden hiç farkınız yok!..” dedi ve iki hafta önce yaptığı Fransızca yazılılarımızı okudu...


Sınıfın büyük bir kısmı on üzerinden beşin  altında not almıştı...


Ben ise Kel Müdürümüzün dediği gibi  on üzerinden on almış çok sevinmiştim.  Gerçekten de benim Fransızcam mükemmeldi. Orta bir ve ikinci sınıflarda Fransızcamıza Yılmaz Kut hocamız gelmişti. Ben ondan bu dersin pratiğini ve tekniğini çok iyi öğrenmiştim. Kel Müdürümüz de gramere ve telafuza ağırlık veriyordu. Bu konularda da başarılı olmuş Kel Müdürümüzün kızlar karşısında takdirini kazanmıştım. Ben de kızlara Kel Müdürümüzün söylediği “  Hıııım mamzerler ille de sizlerin de soyadının “Bilgili mi olması gerek?” diye kızdırırdım...


Kel Müdürümüzün on beş tatilinden sonra ilçemizdeki sağ sol çatışmasından ( Alevilik ve Sünnilik) dolayı okulumuzun hemen yakınındaki yeşil renkli , alt tarafı hafif yüksek ( herhalde burası kömürlük ve depo idi) tek katlı şirin evinin camları gece yarısı kimliği belirlenememiş kişiler tarafından taşlanmış, tüm camları kırılmıştı. Bu olaydan sonra Kel Müdürümüz ilçemizde durmadı. Tayinini başka bir yere alarak ilçemizden kırgın, üzgün bir şekilde ayrıldı. Okulumuz da çok iyi bir Fransızca öğretmeninden sene sonuna kadar mahrum kaldı...


Sokakta , cadde de ne zaman Kel Müdürümüze benzeyen birini  görsem “ Ortaokulda giydiğimiz ikinci Dünya Savaşında binlerce masum insanın ölmesine sebep olan Alman Faşisti Adolf Fühler ve askerlerinin giydiği şapkalara benzer “ Kartal Başlıklı Kasketlerimizi”, “koyun gibi saçları kırkılan talebeleri”, Kel Müdürümüzün kızlara  “ Mamzer”, erkeklere “ Miskin” dediği sözlerini hatırlıyorum.


Kel Müdürümüz ve bizlere o yıllarda öğretmenlik yapan hocalarımız öldü ise mekanları cennet olsun. Allah rahmet etsin. Hayatta olanlara da ( biraz zor ama) şu 2021 yılına girdiğimiz  bu günlerde sağlık ve sıhhatler diliyorum.


Devam edecek...

 
Haber :
Bu Haber 919 defa okundu
 
Anahtar Kelimeler :CIBIR, tavuk,

YORUM EKLE
TAVSİYE ET

 Yorumlar ( 0 )

Henüz bir yorum yapılmamış

İlgili Haber
Köşe Yazarları
Foto Galeri
Alacamızın Mecnunları
İzlenme : 5769
Kırım haritası
İzlenme : 5766
Semer
İzlenme : 3173
Mustafa Abdülemil Kırımoğlu ve Cengiz Dağcı
İzlenme : 2550
Çok Okunanlar
BUGÜN BU HAFTA BU AY

 

 

 

Sosyal ağlarda bizi takip et
Copyright © sukrubilgili.net.tr