Ana Sayfa
İletişim
Bize Ulaşın
Üye Girişi
Ziyaretçi Defteri
Mobil Bölüm
Ana Sayfa Foto Galeri Video Galeri
ANA SAYFA  / MAKALELER-ANILARIM

3-CIBIR BOTUNLU TAVUK: IŞILAK SIMAYIL


3-CIBIR BOTUNLU TAVUK: IŞILAK SIMAYIL



 Paylaş
 07 Ocak 2021 18 : 36 

CIBIR BOYUNLU TAVUK

Yaşanmış gerçek bir hayat kikaye


ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

IŞILAK SIMAYIL ( PARLAK KEL İSMAİL)


Oğlum İsmail, babamı ben çok severdim. Sen de beni sever misin ? Bilemem. Yalnız şunu bilmeni çok istiyorum: Rahmetli Babam ölmeden önce her cami dönüşü yolda gördüğü erkek çocuklara cebindeki şekerleri verir; başlarını okşar:


“ Rabbim, oğlum Şükrü’ye de  üç kızdan sonra bir erkek evlat versin. Şükrü ‘mün bana baktığı gibi evladı da ona baksın” diye devamlı dua ediyormuş. Senin olmanı çok arzulamış ama rahmetli seni göremeden yani sen doğmadan yedi yıl önce ( 2002) vefat etti. 


İşte ben de babama karşı duyduğum sevgiden ve onun senin için yaptığı bu güzel duadan ötürü adını babamın ismini verdim. Annen de “ Madem 

oğluma babanın adını veriyorsun benim de erkek kardeşlerimin hiç birinin erkek evladı olmadı; soyadımız da oğlumda devam etsin. ‘Bora’ ismini de ilave edelim “dedi ve senin adın “İsmail Bora” oldu. 


Şimdi ismini verdiğimiz deden İsmail’i ve senin beni traş ettiğin gibi ben de onu nasıl traş ettiğimi anlatacağım...Dikkatli dinle...


Yalnız senin dedenin  aslı Kırım Tatar Türklerindendir. İsmail deden köyümüz Kalecikkaya’da tam Çanakkale Savaşı’nda doğmuş. Onunda babası yani dedenin babası Yetim Yusuf çocuk yaşta Kırım’dan Anadolu’ya doksan üç harbinde (1878) Efendi Mehmet Hoca adında Emmisi Aygır Hoca tarafından getirilip köyümüze yerleşmiş. Evlenmiş üç oğlu bir kızı  olmuş. 


Çanakkale Savaşı başladığında Yozgat’ta askerlik yaptığı yerden gönüllü olarak Çanakkaleye gitmiş, yedi düvelle savaşmış, karnından yara almış, bağırsakları dışarı sarkmış, dikiş atmışlar, yaralı olarak köyümüze gelmiş, kırk gün dolmadan şehit olmuş. Yani sen Şehit torunusun. Merhum Satılmış amcan da Kıbrıs gazisi. Sülalemizde bu vatan için bir şehit ve bir gazimiz var. Allah nasip ederse sende büyüdüğün zaman her Türk genci gibi vatan borcunu ödemek için askere gideceksin. Gerekirse dedenin babası gibi canını bu vatana feda edeceksin. Biz seni bu vatan için büyütüyoruz.


“Bunları  hiçbir zaman unutma, oldu mu oğlum?”  dediğimde, oğlum “ Tamam baba ,“ diye cevap verdi. 


Babam köyümüzde “Işılak Sımayıl “ , Alaca ilçemizde “Tatar İsmail Usta “ olarak tanılır. 


Köyümüzde herkese bir lakap vermek adettenmiş eskiden. Bu lakap takma geleneğini Dedem Yetim Yusuf’un geldiği Kırım seyahatimde de gözlemlemiştim; Kırım'da da birçok insanın ikinci bir adı vardı; Sit Hasan, Sit Ömer, Börü Murtaza gibi... 


Kalecikkaya’da yaşayan Kırım Tatarı köylülerimiz de babamın başının kel olmasından, yüzünün de sigara jelatini gibi parladığından “Işılak” lakabını yakıştırmışlar. Babamın emsallerinden lakabı olmayan hemen hemen yok gibiydi. Bildiğim kadarıyla İsmail adlı birkaç kişi vardı köyümüzde; hepsinin de bir lakap takılmıştı; “Koyan Sımayıl”, “Canı Sımayıl”, “Sımayıl Çavuş” bunlardan bazıları idi. Ha şunu da hatırlatayım: Kırım Tatarları İsmail demezler; “ Sımayıl” derler, mesela “Hasan”a “ Asan”, “Receb”e “ İrecep” derlerdi. 


Çocuk yaşlarda geçirdiği şiddetli bir hastalıktan, babamın saçları dökülmüş. Bir daha da çıkmamış; başı benim gibi kel olarak kalmış. O yıllarda erkekler kafalarına takke ve şapka giyerlermiş. Anam babamın kel olduğunu nişanlılık döneminde hiç anlamamış. Evlendikten sonra babamın takkeyi kafasından çıkarınca, anam babamın kel olduğunu görmüş ve çok şaşırmış. 


Anam bu kel halini görünce dayanamamış:


"Ben  senin kel olduğunu bugüne kadar bilmiyordum. Eğer bilseydim sennen evlenmezdim.”  demiş. Babam da hemen cevabı yapıştırmış:


“Sen bana o kadar aşıktın ki, nişanlı olmamıza rağmen, babanın bizden başlık parası olarak hatırla; önce yavrulu bir kıratımızı vermiştik, sonra da başka istekleri olunca hadi seni götüreceğim dediğimde, koşa koşa gelmiştin, atımın terkisine attığım gibi seni kaçırmıştım. Sen benim kel başımı da görsen bana yine kaçardın” deyip, ebene deden latife yapmış oğlum. 


“Baba, dedemin ebeme ‘latife’ yapmış” dedin. “Latifenin anlamı ne?”


“Oğlum, latife yapmak demek ‘şaka yapmak’ demek. Yani deden ebene şaka yapmış. Anladın mı ?” dedim.


“Anladım... Babacığım dedemin kel olduğunu söylüyorsun. Bir de dedemi traş ettiğini söylüyorsun. Sen de benimle yoksa latife mi yapıyorsun. Madem dedem kel ise onu nasıl traş ediyordun. Hala merak ediyorum. Şu traş işine gelsen çok iyi olur. Her iki dedemle bana çok güzel bilgiler verdin. Artık şu dedemin kel kafasını nasıl traş ediyordun çok meraklandım “ dedi...


Oğlum deden tam bir Nasrettin Hoca gibiydi. Evde devamlı hayvan beslerdi. Hayvanların yanında da kendisin bindiği Karakaçan bir eşeği vardı. Bu eşekle tarlaya, tapana, yabana, çarşıya giderdi. Ayakları yaşlandığından fazla yürüyemiyordu. Eşeğe bindiği zaman dedenin beyaz sakalı, başına giydiği takke ve iri gövdesi ile sanki bu asrın Nasrettin Hocası gibiydi. Alaca ilçemizde dedenden başka eşeğe binip çarşıya giden yoktu. Dedenin eşeği onun tam bir taksisiydi. 


 Rahmetli deden Işılak Sımayıl’ın  bu Karakaçan eşekle ilgili çok gülünç maceraları var. İstersen traştan önce onu anlatayım.


“ Baba, çok güzel olur. Seni can kulağı işe dinliyorum. Dedem çok ilginç biri imiş babacığım.”


“ Evet oğlum, öyle biri idi. Yalnız çok otoriter ve çok inatçıydı. Benim dediğim olacak derdi. Ayrıca çok tez canlı idi. Yapacağı bir iş anında olmalıydı. ” dedim...


Oğlum İsmail’e baktım ki beni pür dikkat dinliyor. Anlattıklarım çok hoşuna gitmişti...Ara sıra çocuklara cedlerini, atalarını anlatmak gerek. Özellikle şehirde yaşayan çocukların köy ve kasabadaki hayat çok ilgilerini çekiyor. Bunu oğlumdan dolayı biliyorum; her yazın “ baba ne olur beni Alaca’ya götür “ der. 


“İsmail Oğlum, deden çok inatçı biri demiştim ya. İşte şimdi anlatacağım hikaye dedenin inatçılığı yüzünden annemin evlendiği gece gördüğü kel başına bak neler geldi. Ben anlatayım sen dinle. Sen de büyüdüğünde ( Tatarlar genelde inatçı olur) deden gibi inatçı olma,” dedim.


Hangi yıldı hatırlayamıyorum. Yaz tatilinde  ailece kırmızı renkli “tır tır tır “ sesleri çıkararak çalışan tosbağa Voswagen marka sevimli arabamla anneni, abların Bilge, Büşra ve Burcu’yu da alarak dedeni ziyarete gittik. Deden araba aldığıma ve bizlerin gelmesine çok sevinmişti. 


İki haftalık tatilimi ilçem Alaca’da babamın yanında geçireceğimden dolayı ben ve abların çok mutluyduk. İçimizde mutsuz olan sadece annendi. O “bu yıl tatilde denize gidelim” demişti. “ Ben de, “Hanım, bu sene babam tarlamıza nohut ekmiş. Özellikle benim nohutları yolma zamanı gelip yardım etmemi istedi. Bu yüzden Alaca’ya gitmek zorundayım.” deyip, ikna etmiştim. 


Bir gün babam öğlene doğru “ Şükrü oğlum, nohutlar herhalde kurumaya başlamış. Hazırlanın da gidelim. Kurudu ise yolmaya başlayalım.” dedi.


Hava o günün o kadar sıcaktı ki sanırım otuz , kırk derece vardı. Babama elimle tepemizdeki Güneş’i i göstererek “ Babacığım, şu öğle sıcaklığı geçsin, ikindiye doğru gidelim. Bu sıcak havada nohut yolmada zorlanırız.” dedim.


Babam bir şey dediği zaman hemen yapılması gerekti. Benim bu teklifime biraz sinirlendi. “ Madem siz ikindiye doğru gelmek istiyorsunuz. Ben eşeğime binip gidiyorum. Siz de arkamdan gelin.” dedi. “ Babacığım, niçin acele ediyorsun. İki üç saat sonra Güneş’in tesiri geçer. Havanın şu bunaltıcı sıcaklığı azalır. Benim kampluğa ile annemi ve bacılarımı alır beraber gideriz. Eşekle tarlaya gitmene gönlüm razı değil,” desemde, fikrinden caydırmadım. 


İnatçı Tatarlık damarı tuttu.


Ahıra gidip eşeğini çıkardı. Üzerine kendi eliyle yaptığı semerini koydu. Eşeğin alt tarafından semerin iplerini bağladı. Eşeğin boynuna yularını taktı. Yularından tutup kenardaki bir taşın yanına eşeği yaklaştırdı. Ben de hemen yanına gittim. Eşeğe binerken yardım ettim. Duvar dibindeki çubuğunu istedi. Eline verdim. Sol eliyle karakaçan eşeğinin yularından tutarken sağ elindeki çubukla eşeğin kafasına vurarak “ deh çüh, deh çüh” diyerek  tarlaya gitti... Giderken de “ Geç kalmayın. Çabuk gelin “ demeyi de ihmal etmedi. 


İkindiye doğru Annemi, bacım Fatma, Songül ve eşimi alarak Ankara yolu üzerinden üç dört kilometre uzaklıktaki Tilki Mevki deliğindeki tarlamızın alt tarafına geldik.  Tarlaya girdiğimizde babamın tarlanın öbür başında olduğunu gördük. Babam da Kızkaraca köyü yolu üzerinden gelmiş, o baştan oturup nohutları yolmaya başlamış. Babamın hemen yanı başında da karakaçan eşeği de ayakta duruyordu...


Hemen annem, bacılarım ve eşimle nohut yolmaya başladık. Ara sıra kafamı kaldırıp babama bağırıyordum:” Baba bu tarafa gel,” diye. Babam benim sesimi hiç duymuyordu ve hep oturuyordu. Annem “ Oğlum, şu babana git bir bak. Seslendiğinde cevap vermiyor. Hep olduğu yerde duruyor. Hastalanmış olmasın.” dedi.


Annenin söyledikleri içime bir korku düşürdü.  Elimde yolduğum nohutu bırakıp, babamın yanına koşarak gittim. Bir de ne göreyim. Babam yere yatmış. Elini kafasının altına koymuş. Başındaki takke toprağın üzerinde kan içinde. Cıbır kafasında kan lekeleri kurumuş kabuk bağlamıştı. Beyaz sakallarında da kan lekeleri vardı. Babamı bu halde görünce hemen yere eğilip elimle yaralı başına dokundum. Kafası yara bere içinde idi. Babamın sadece arka kısımda ensesinde saçları vardı. Onlarda da az kan vardı.  


“ Baba, sana ne oldu böyle. Kim yaptı bunu. Birinin saldırısına mı uğradın?” dedim. Allah’tan ki babam uyanıktı. Bayılmamıştı. 


“ Oğlum, senin sözünü tutmadım. İnat ettim. İllede tarlaya gideceğim , dedim. Gelmez olaydım. Eşekle gelirken Halit dayının evinin yanındaki aradan tam Kızkaraca yoluna çıkacaktım. Ara yoldan bir taksi geldi. Düdük öttürence eşek ürktü. Kafası üstü yere düştüm. Kafam herhalde kırıldı. Düştüğümü gören bir kaç kişi gelip beni kaldırdılar. Hastaneye götürülelim İsmail Amca dediler. Ben kabul etmedim. Kendim giderim dedim. Beni zorla eşeğe bindirdiler. Sağolsunlar.  Hastaneye ve eve gitmedim.!Bu halde tarlaya geldim. Keşke gelmeseymişim. Gelir gelmez tarlaya yıkılıp kaldım. Bayıldım mı bilmiyorum. Yerimden kalkamadım. Niye geç kaldınız? “ dedi. 


“ Baba, adamların dediği gibi hastaneye veya eve niye gelmedin. Çok kötü düşmüşsün. Her tarafın kan içinde. Seni ben hemen hastaneye götüreyim.” dedim. 


Ayağa kalktım. Annemi ,bacılarımı , eşimi el sallayarak ve bağırarak çağırdım.  Babamı hemen arabamla hastaneye getirip tedavisini yaptırdım. Vücudunda Allah’tan kırık mırık yoktu. Sadece kafasında  yaralar vardı. Buna da şükür dedik. 


İşte oğlum dedenin bu kel kafası inadı yüzünden  sağı solu yaralanmıştı. Bu yaralar hiç saç olmayan yerlerde her traş ettiğimde görüyordum.


Oğlum İsmail , dedenin bu kafa kırılması ilk değildi. Bir keresinde de çatıya torbalarla saman taşırken üzerine küçük merdiven koydukları tavuk pinniği çürük olmasından dolayı göçmüş, dedende hop deyip büyük gövdesiyle pinniğin içine gömülmüş. Burada da birkaç ağacın dedenin kafasını yarması ile kanamış. 


Dedeni ben iki haftada veya üç haftada kesinlikle ziyaretine giderdim. Deden sakal traşını ben olmadığım zaman kendisi olurdu. Bir gün deden otuz kırk santim yükseklikte tahtadan yaptığı oturağı sedirin üzerine koymuş. Onun üzerine de bir minder yerleştirmiş ve bunun üzerine oturmuş.  Bacım Songül’den traş takımlarını istemiş. Bacımın getirdiği aynasını ve traş takımlarını pencerenin kenarına koymuş. Babamın oturduğu sedirin kenarındaki köşede de gusulhane dediğimiz , banyo yapılan, abdest alınan bir yer vardı. Buradaki çeşmedende bacım Songüle sabunu köpürtmek için koyduğu tastaki suyun çok kaynar olduğunu söyleyerek “ Kızım su çok kaynar, şunu ılıştır “ demiş. 


Bacım “ Baba aşağıda traş ol. Oradan düşersin” demiş.  Kaptaki suyu ılıştırıp eline vermiş.


Babam da “ Aşağı karanlık. Gözlerim iyi görmüyor. Traş olurken sağımı solumu kesiyorum. Pencerenin kenarı iyi aydınlık oluyor. O yüzden leylek gibi sedirin üzerine çıktım kızım.“ demiş ve başlamış traş olmaya. 


İki üç dakika sonra bacım Songül içerden paldür küldür sesler duymuş. Odaya girip baktığında babamın  sere serpe yerde yattığını görmüş. “Baba ne oldu demiş” bacım. Babam da “ Altımdaki oturak oynadı, dengemi kaybettim. Sedirden aşağı yuvarlandım.” demiş. 


Babamın bu kazadan da kafasının sağında solunda kanamalar olmuş. Bacım kanayan yerleri temizleyip pamukla sarmış. Babam benzetmiş gibi olmasın ( Noel Baba diyecektim vazgeçtim) tam bir pamuk dede olmuş. 


Babamın benim gibi saçsız kafasında oğlum kırılmadık yer kalmamıştı. Kendisini ziyarete her gittiğimde hemen traş takımlarını bacımdan ister, sandalyeye oturur “ Oğlum Şükrü, beni traş et .” derdi. Ben de “ Baba istersen şu traş olurken sırt üstü düştüğün pencerenin kenarına oturağına otur orada traş edeyim” dediğimde bıyığının altından gülerdi. 


“Babamın kafa yapısı da aynı benim gibiydi oğlum. Ön tarafta hiç saçı yoktu. Sadece ense kısmında vardı. Onlarda seyrek ve beyazdı. Sakalları bayağı vardı. Rabbim , bana da babama da tepeden saç vermemiş; ensemiz de ve sakalımızda vermiş. Allah’tan ki oraları mahrum bırakmamış. Yoksa banyo yaptığımız zaman sabunu nerede köpürtecektik oğlum?” dediğim de kahkahayı bastı. 


Oğlumun gülmesi bitince “ Baba sahi sen banyo yaptığında sabunu nerede köpürtüyorsun?” demesin mi?


“Oğlum, biraz önce benim makine ile alamadığım ensemde olan saçlarla köpürtüyorum “ dedim. “ Tamam baba şimdi anladım. Allah, bak sizi ondan dahi mahrum etmemiş. Az da olsa ile işe yarasın diye kafanızın arkasından saç bırakmış. Baba hala dedemin traş olayını anlatmadın. Cuma namazı saati yaklaşıyor.” dedi.


Saatime baktım 12.30. Yirmi dakika var.  Hemen kısaca anlatıp namaza gideyim dedim, kaldığım yerden devam ettim.


Oğlum, sen beni modern bir makine ile üç dakika içinde “tık tık tık” diyerekten ensemdeki saçları, hatta tepemdeki üç beş tane ayva tüyünü çok rahat bir şekilde traş ettin. Ben babamı traş ederken böyle modern makineler yoktu.  Babamın traş takımı bir makas, bir sabun köpürtme fırçası, sabun konulan küçük bir tas, jilet ve jiletin takıldığı bir alet. 


Önce dedenin sakallarını ve ensesinin arkasındaki saçlarını makasla güzelce alırdım. Sonra fırça ile sabunu iyice köpürtüp babamın kel başına, yanaklarına, gıdığının altına sürerdim. Jileti taktığım aletle sabun köpüğünün olduğu yerleri dolanır, buralarda kalmış kılları traş ederdim. Sonra da dudaklarının kenarlarını ve bam telindeki kılları alır, traşı sonlandırırdım. Küçük aynasını da eline verir bak baba  beğendin mi traşını” derdim.


Babam da “ Oğlum Allah senden razı olsun. Eline koluna sağlık. Ellerin dert görmesin.” derdi.


“İşte oğlum Alaca’ya her gittiğimde dedeni ben böyle traş ederdim. Bundan sonra da sen beni traş edeceksin. Anladın mı?”


“ Olur babacığım. Yalnız dedemi traş ederken bam telindeki kılları aldım dedin. Bu bam teli neresi baba?” demesin mi?


“ Oğlum, Cuma manasına geç kalacağım. Geldikten sonra bam teli ile ilgili güzel bir hikaye var. Onu anlatayım. Ondan sonra da ortaokulda okurken benim gibi bir cıbır boyunlu kel müdürümüz vardı. Adı Nürettin Sevi idi. Hem onu hemi de ortaokulda bizlerin saçı uzadığında davar kırkar gibi saçlarımızı kırkarlardı, onu anlatayım” dedim.


Cuma namazına zor yetiştim...


Devam edecek...

 
Haber :
Bu Haber 928 defa okundu
 
Anahtar Kelimeler :CIBIR, tavuk, IŞILAK dımayıl,

YORUM EKLE
TAVSİYE ET

 Yorumlar ( 0 )

Henüz bir yorum yapılmamış

İlgili Haber
Köşe Yazarları
Foto Galeri
Alacamızın Mecnunları
İzlenme : 5791
Kırım haritası
İzlenme : 5788
Semer
İzlenme : 3188
Mustafa Abdülemil Kırımoğlu ve Cengiz Dağcı
İzlenme : 2564
Çok Okunanlar
BUGÜN BU HAFTA BU AY

 

 

 

Sosyal ağlarda bizi takip et
Copyright © sukrubilgili.net.tr