Ana Sayfa
İletişim
Bize Ulaşın
Üye Girişi
Ziyaretçi Defteri
Mobil Bölüm
Ana Sayfa Foto Galeri Video Galeri
ANA SAYFA  / MAKALELER-ANILARIM

“ÖKSÜRTÜYOR ABİ!...”


“ÖKSÜRTÜYOR ABİ!...”



 Paylaş
 30 Ekim 2018 00 : 05 

 

“Cin Arabası” makalemde “Cinin ateşten  yaratılmış bir varlık olduğunu bilmeyen bizler ise cin arabasına (bisiklet) binmek için  o yıllarda can atardık. Hiçbir arkadaşımızın bir cin arabası yoktu.  Yirmi beş kuruş harçlıkları alır almaz doğru soluğu Çorum yolu üzerindeki caminin arkasındaki Bisikletçi Mehmet Ustada alırdık.

Elli-altmış yaşlarında gösteren Bisikletçi Mehmet Usta, kollarını sıvayarak bir yandan bozulan bisikletlerini tamir eder, bir yandan da bisikletleri kiraya vererek geçimini sağlardı. Mehmet Ustanın geriye taranmış seyrek kır saçlarını, burnunun önüne indirdiği gözlüklerinin üstünden derin derin bizlere bakışlarını, tombul iri göbeğini ve göbeğinin üzerinden pantolonunu tutan lastik askısını hala bugünkü gibi hatırlıyorum.” demiştim. 

Çocukluk yıllarımı zaman zaman  gözümün önüne getiriyorum.

Ne görüyorum biliyor musunuz?

Yasaklarla dolu  bir çocukluk dünyası...

Bir film şeridi gibi canlanan yılları tekrar hatırlayınca hem seviniyorum hem de üzülüyorum.

Bizlere çocukluğumuzu yaşamak yasaktı .

Oyun oynamak yasaktı.

Top oynamak yasaktı.

Cin arabasına binmek yasaktı.

Sinemaya gitmek yasaktı.

Yasaktı...

Yasaktı...

Kısaca her şey  bizlere yasaktı.

Bizler aslında yasakların çocuklarıydık.

Doya doya çocukluğumuzu yaşamamıştık; bir çoğumuz ya evdeki hayvanları yazıya götürüp otlattı; ya Simitçi Kara Mehmet’e ceketini rehin olarak verdi, aldığı simiti bir tepsiye koyup sokak sokak gezdirdi, “simiit simiit” diye bağırdı, simit sattı; ya geceleri fırınlarda hamur pasalarını taşıdı, ya kahvelerde garsonluk yaptı; ya sebze dükkanlarında karpuz, kavun  sattı ; ya da inşaatlarda amele yamağı olarak çalıştı.

Gerçekten de bizlerin çocukluğu yokluk içinde geçmişti; doğru dürüst bir elbisemiz, giyilebilecek bir ayakkabımız hemen hemen yok gibiydi; olanlarda yırtık pırtıktı; ceketimizde ve pantalonumuzda kırk yama, giydiğimiz soğuk kuyu ayakkabılarda da kırk delik görünüyordu. 

Babalarımız gibi avuçlarımızı semaya açıp “Allah’ım bize ekmek ver” diye yalvarıp sabahlara kadar aç kalmamıştık; onlara göre bizler şanslı sayılırdık; ama, insan oğlu doyumsuz olduğundan her çocuk gibi bizler de bir cin arabamızın olmasını istiyorduk. Babalarımıza yalvarsak yakarsak ta nafile idi bu isteğimiz. Çünkü babalarımız sorumlu olduğu beş altı horantayı geçindirmek için gece demeyip gündüz demeyip çalışarak kazandığı üç beş kuruşunu,  herhalde o yıllarda lüks olarak gördüğünden çocuğunun keyfine bir cin arabasına  harcamak istemiyorlardı ya da bizlerin arzuları ve talepleri şimdiki nesil gibi dikkate alınmıyordu.

Bizimle arkadaşlık yapanların da bizden hiçbir farkı yoktu. Aynı gelir seviyesine sahip ailelerin yaşadığı bir çevrede yaşıyorduk. Öğle yemeğimiz elimize aldığımız bir bazlama, eğer  analarımızın sakladığı yerden çalabilmişsek bir tane küp şekerdi. Daha sonraki yıllarda ise babası Almanya’ya giden arkadaşlarımızın altında cin arabalarını görmeye başlamıştık; ama arkadaşlarımızın cin arabasına binmek ne mümkündü, yanlarına dahi yanaşamazdık; kenarda hayranlıkla sadece cin arabalarına binişlerini burnumuzu çeke çeke seyrederdik...

Bizler okullar tatil olur olmaz , şimdiki çocuklar gibi park ve bahçelere oyunlar oynamak için koşmazdık; çünkü park ve bahçe yoktu bizim zamanımızda; kütüphanelere gidip, kitap okuyamazdık; çünkü kütüphane yoktu çocukluk yıllarımızda...Denizlere gidip plajlarda yüzemezdik;onun yerine Tezekan'ın(Özhan mahallesi)  ve Kanlı Bostan'ın sularında serinlerdik ancak.... 

O küçük bedenlerimizle bir işe yaramak için hayatla mücadele ettik hep ; para kazanmayı, hayata dört elle sarılmayı o yıllarda  öğrendik; hangi işe gönderildi isek itiraz etmedik; hayvanların arkasından günlerce yazı yabanda analarımızın azığımıza koyduğu omaçlarla güneşin kavurucu sıcaklığında karnımızı doyurduk, veli çayırında ya da kanlı bostandaki bulanık göletlerde camuzları yıkadık, yazı yabanda sabahtan akşama kadar hayvanlarımızı güttük; sattığımız simitlerle elde ettiğimiz birkaç kuruşla ancak cin arabasına kaçamakta olsa binebildik; eğer fırında çalışma fırsatı elde edebildi isek işte o zamanları ancak  görebildik hasret duyduğumuz somun ekmekleri; kahvede garsonluk yapabildi isek işte o zamanlar ancak tadabildik demli çayları ve kesme şekerleri. 

Ama buna rağmen bizler şimdiki çocuklar gibi doyumsuz ve mutsuz değildik; küçük şeylerle mutlu oluyorduk; bize verilen bir yirmi beş kuruştan veya bir şekerden veya küçük bir hediyeden haz duyardık; babalarımız çok sevdiğimiz ve istediğimiz bir oyuncağı alamadıklarında ve bizlere “yavrum bunu alamam, param yok “ dediklerinde, şimdiki çocuklar gibi yerlerde kendini yırtarak, ayaklarını çırparak ağlamazdık kaldırım taşlarında, ille de ayak direyip “alacaksın” diyemezdik, sadece boynumuzu bükerdik bir culuk (hindi)  gibi; çünkü bizler yokluğu ve para kazanmanın ne kadar zor olduğunu tatmıştık o yıllarda. 

İçimde çocukluğumda bir uhde kalmıştı; bir  cin arabasına sahip olmak, cin arabasına  doya doya binmek; “Bir gün param olursa bir cin arabası alacağım  “ diye de kendi kendime söz vermiştim, o zamanki aklımla. Bu  dileğime  ilk olarak eskide olsa  İlçemizin Kızıllı Köyü'nde öğretmenlik yaptığım 1982 yılında, ikincisine de sıfır kilometre olarak banka memuru olarak Ankara’ya  geldiğim 1985 yıllında  kavuşmuştum...

Yaşım yirmi beş olmasına rağmen kendi paramla aldığım cin arabasına ilk bindiğim gün bir çocuk gibi sevinmiştim. Bir anda unutmuştum çocukluk günlerimdeki acı günlerimi...Doya doya sürmüştüm Kızıllı yollarında her sabah cin arabamı. Cin arabamın arkasına babamın Kıbrıs savaşı sırasında aldığı Plips marka radyoyu koyar sabah türkülerini dinleye dinleye Kızıllı köyüne giderdim. 

O sıralarda Ünalan Köyünde öğretmenlik yapan Faruk arkadaşımda  öğrenci olmadığından okulu kapandığından yanıma tayin olmuştu. Onunda bir cin arabası vardı. Her sabah saat sekizde Kaleli’nin benzinlikte buluşur, sonrada pedallara basarak saat dokuza doğru okulumuzda olurduk. En çok Zile yolunda iki tepede zorlanırdık; birinci tepe Alaca'yı çıkar çıkmaz köprüyü geçtikten sonra hafif bir rampa olan tepe, ikincisi de Ünalan köyünün hemen girişindeki mezarlıklara doğru tırmanan tepe idi. 

Her iki tepede de cin arabalarımızdan iner kan ter içinde bisikletlerimizi elimizle tepeye kadar taşırdık. Her iki tepede olmasa idi cin arabası ile seyahatimize diyecek yoktu. Yine de bundan memnunduk. Yoksa yedi kilometre yolu bir kaç yıldır yaya olarak gidip geliyorduk. Cin arabası ile bu mesafeyi kat etmek  nede olsa yaya gitmekten çok daha kolay  idi.  

Kızıllı Köyü biliyorsunuz Alaca İlçemizin Zile yolu üzerinde yedi kilometre uzaklığında  bir tepe üzerine kurulmuş, genellikle göçmenlerin yaşadığı küçük güzel bir köydür.Bu köyde yedi yıl öğretmenlik yaptım. Buradaki hayatımı ileri yıllarda sizlere yazacağım. Ama sizlere bu köyde çok sevdiğim birini anlatmadan geçemeyeceğim. Bu kişiyi hemen hemen Alacalı hemşehrilerimizin çoğu tanır. Yazımın sonuna kadar okursanız sizlerde bu şahsı çok yakından tanıyacaksınız. 

Kızıllı Köy halkının büyük bir çoğunluğu göçmen muhacirlerdendi. Üç dört hane Kırım Tatarlarından aileler vardı. Bu aileler kendilerinin Tatar olduklarını fakat  tatarca konuşmayı ve adetlerini unuttuklarını söylüyorlardı.

İbali ve Niyaz Emmi adında iki yaşlı kardeş, Emin Abinin babası Abdullah Dede ve onun Hanımı Elmas Yenge tatarca biliyorlardı. Elmas yenge gürcü olmasına rağmen tatarcayı kocasından öğrenmişti. Tam bir Osmanlı kadınıydı. Eline sigarasını yakar, tüttüre tüttüre içip benimle sohbet etmeyi severdi. Zaman zaman onlarla tatarca konuşuyordum. Tatar olan aileler benim de Tatar olduğumu öğrenince bana çok yakınlık gösterdiler. Beni bir evlatları gibi bağırlarına bastılar.

Bunların içerisinde bir Emin Abi vardı ki sormayın. Kızıllı Köyü bir tarafa,  Emin Abi bir tarafa. Emin Abi elli yaşına kadar hiç çalışmamış, babasının buğdaylarını her sene hasat zamanı satar,  parayı cebine koyar, köyü terk edermiş. Bir senelik binbir emekle yapılan hasatın parasını içki alemlerinde  tüketirmiş. Parası bitene kadar köye uğramazmış. Para suyunu çekince tekrar köye gelir, yine birşeyler satıp yok olurmuş. Çoğu kere Alaca'dan araba ile zil zurna sarhoş olarak getirilir, evin kapısına bir boş çuval gibi bırakılırmış. Deli dolu biri olduğu için annesi ve babası birşey söyleyemiyormuş. Bu hayat benim köye geldiğim yıllara kadar sürmüş. Kendisi ile tanıştığımda "Bu hayatı terkettiğini, beş vakit namaza başladığını, beşin üzerine beş kattığını, eski günahlarını affettirmek için  kendisini ibadete ve dağlarda avlanmaya verdiğini" söylemişti.

Gerçektende Emin Abi camiden çıkmıyor ve sık sık ava gidiyordu.Beni de ava alıştırmıştı. Köye gelen bütün misafirleri Emin abi ağırlardı. Çoğu zaman  cami çıkışında kolumdan tutarak "Oğlum, sen göbelsin. Senin burada anan baban yok. Gel eve gidelim. Çerkez Yengen yavan yahşi ne hazırladıysa onu yiyelim." diyerekten evine götürür, öğle yemeklerini beraber yerdik. 

Hanımı çerkezdi. Ona " Çerkez " diye hitap eder, bazende " Çerkez bak beni kızdırma. Hoca ile Karacip Köyü'ne gider, bir Hocaya birde bana karı getiririm." diye takılırdı. Çerkez yengede " Ya!..Ya!.. Karacibin karılarıda sana kalmış. Sen beni bulduğuna şükred " diye karşılık verirdi. Karacip Köyü, Kızıllı Köyünün kuzeyinde, Ortaköy İlçesi'ne bağlı bir çerkez köyü idi.

Göbel kelimesinin anasız babasız çoçuk anlamına geldiğini ondan öğrenmiştim. Bana bu köyde Emin abi bir baba ,bir arkadaş, bir kardeş gibiydi. Şakacı, neşeli ve hayata sımsıcak bakan biriydi. Beraber keklik , tavşan avlamaya ve balık tutmaya gittik. Büyükle büyük küçükle küçük olurdu. Geçmişteki anılarını anlata anlata bitiremezdi, velhasıl neşeli bir insandı. 

Emin abi gençliğinde çok içki içmişti, şimdi onu bırakmıştı. Ama bırakamadığı kötü bir alışkanlığı vardı; o da sigara idi. Hep birinci sigarası içerdi. Kilo kilo birinci sigarasını baş ucundaki yüklüğe stoklardı. Zaman zaman bana bu birinci stoklarını gösterir onunla övünürdü. Bazen odasında yaptığımız sohbetlerde pahalı olan ucu pamuklu Samsun ve Maltepe sigaralarını Emin abiye uzattıklarında bu iyi sigaralara tenezzül etmez, içmezdi. “Neden içmiyorsun?” diye soranlara da:

 “Öksürtüyor abi” der, hemen cebinden Birinci sigarasını çıkarır, çakmağı ile  yakar, derin derin tüttürürdü. Bizlerde gülerdik. 

O yıllarda hayat dolu neşeli Emin abi'nin şimdi GÖZLERİ görmüyor.

Nedeni gençliğinde içtiği içki ve sigara!....

Gençlere sesleniyorum; Sizler hâlâ bir elinizde kadeh, bir elinizde sigara mı içiyorsunuz?

Hâlâ ibret almadınız mı “Öksürtüyor” diyen Emin Abiden?        

 

Şükrü Bilgili

 Not: Emin abi şu anda hayatta değil. Mekanı cennet olsun. Allah rahmet etsin...

 
Haber :
Bu Haber 4043 defa okundu
 
Anahtar Kelimeler :“ÖKSÜRTÜYOR ABİ...”,

YORUM EKLE
TAVSİYE ET

 Yorumlar ( 1 )

Sayfa : [1]
“ÖKSÜRTÜYOR ABİ...”
allahım rahmetiyle muamele etsin emimi çok severdim beni it gözlü yenim diye severdi hepisine allahtan rahmet diliyorum
Gön : Perihan bayrak sever  30 Ekim 2018 : 08:44:52  

Sayfa : [1]
İlgili Haber
Köşe Yazarları
Foto Galeri
Alacamızın Mecnunları
İzlenme : 5769
Kırım haritası
İzlenme : 5767
Semer
İzlenme : 3176
Mustafa Abdülemil Kırımoğlu ve Cengiz Dağcı
İzlenme : 2552
Çok Okunanlar
BUGÜN BU HAFTA BU AY

 

 

 

Sosyal ağlarda bizi takip et
Copyright © sukrubilgili.net.tr