“Cin Arabası” makalemde “Cinin
ateşten yaratılmış bir varlık olduğunu
bilmeyen bizler ise cin arabasına (bisiklet) binmek için o yıllarda can atardık. Hiçbir arkadaşımızın
bir cin arabası yoktu. Yirmi beş kuruş
harçlıkları alır almaz doğru soluğu Çorum yolu üzerindeki caminin arkasındaki
Bisikletçi Mehmet Ustada alırdık.
Elli-altmış yaşlarında gösteren
Bisikletçi Mehmet Usta, kollarını sıvayarak bir yandan bozulan bisikletlerini
tamir eder, bir yandan da bisikletleri kiraya vererek geçimini sağlardı. Mehmet
Ustanın geriye taranmış seyrek kır saçlarını, burnunun önüne indirdiği
gözlüklerinin üstünden derin derin bizlere bakışlarını, tombul iri göbeğini ve
göbeğinin üzerinden pantolonunu tutan lastik askısını hala bugünkü gibi hatırlıyorum.”
demiştim.
Çocukluk yıllarımı zaman
zaman gözümün önüne getiriyorum.
Ne görüyorum biliyor musunuz?
Yasaklarla dolu bir çocukluk dünyası...
Bir film şeridi gibi canlanan
yılları tekrar hatırlayınca hem seviniyorum hem de üzülüyorum.
Bizlere çocukluğumuzu yaşamak
yasaktı .
Oyun oynamak yasaktı.
Top oynamak yasaktı.
Cin arabasına binmek yasaktı.
Sinemaya gitmek yasaktı.
Yasaktı...
Yasaktı...
Kısaca her şey bizlere yasaktı.
Bizler aslında yasakların
çocuklarıydık.
Doya doya çocukluğumuzu yaşamamıştık;
bir çoğumuz ya evdeki hayvanları yazıya götürüp otlattı; ya Simitçi Kara
Mehmet’e ceketini rehin olarak verdi, aldığı simiti bir tepsiye koyup sokak
sokak gezdirdi, “simiit simiit” diye bağırdı, simit sattı; ya geceleri
fırınlarda hamur pasalarını taşıdı, ya kahvelerde garsonluk yaptı; ya sebze
dükkanlarında karpuz, kavun sattı ; ya da
inşaatlarda amele yamağı olarak çalıştı.
Gerçekten de bizlerin çocukluğu
yokluk içinde geçmişti; doğru dürüst bir elbisemiz, giyilebilecek bir
ayakkabımız hemen hemen yok gibiydi; olanlarda yırtık pırtıktı; ceketimizde ve
pantalonumuzda kırk yama, giydiğimiz soğuk kuyu ayakkabılarda da kırk delik
görünüyordu.
Babalarımız gibi avuçlarımızı
semaya açıp “Allah’ım bize ekmek ver” diye yalvarıp sabahlara kadar aç
kalmamıştık; onlara göre bizler şanslı sayılırdık; ama, insan oğlu doyumsuz
olduğundan her çocuk gibi bizler de bir cin arabamızın olmasını istiyorduk.
Babalarımıza yalvarsak yakarsak ta nafile idi bu isteğimiz. Çünkü babalarımız
sorumlu olduğu beş altı horantayı geçindirmek için gece demeyip gündüz demeyip
çalışarak kazandığı üç beş kuruşunu,
herhalde o yıllarda lüks olarak gördüğünden çocuğunun keyfine bir cin
arabasına harcamak istemiyorlardı ya da
bizlerin arzuları ve talepleri şimdiki nesil gibi dikkate alınmıyordu.
Bizimle arkadaşlık yapanların da
bizden hiçbir farkı yoktu. Aynı gelir seviyesine sahip ailelerin yaşadığı bir
çevrede yaşıyorduk. Öğle yemeğimiz elimize aldığımız bir bazlama, eğer analarımızın sakladığı yerden çalabilmişsek
bir tane küp şekerdi. Daha sonraki yıllarda ise babası Almanya’ya giden
arkadaşlarımızın altında cin arabalarını görmeye başlamıştık; ama
arkadaşlarımızın cin arabasına binmek ne mümkündü, yanlarına dahi yanaşamazdık;
kenarda hayranlıkla sadece cin arabalarına binişlerini burnumuzu çeke çeke
seyrederdik...
Bizler okullar tatil olur olmaz ,
şimdiki çocuklar gibi park ve bahçelere oyunlar oynamak için koşmazdık; çünkü
park ve bahçe yoktu bizim zamanımızda; kütüphanelere gidip, kitap okuyamazdık;
çünkü kütüphane yoktu çocukluk yıllarımızda...Denizlere gidip plajlarda
yüzemezdik;onun yerine Tezekan'ın(Özhan mahallesi) ve Kanlı Bostan'ın sularında serinlerdik
ancak....
O küçük bedenlerimizle bir işe
yaramak için hayatla mücadele ettik hep ; para kazanmayı, hayata dört elle
sarılmayı o yıllarda öğrendik; hangi işe
gönderildi isek itiraz etmedik; hayvanların arkasından günlerce yazı yabanda
analarımızın azığımıza koyduğu omaçlarla güneşin kavurucu sıcaklığında
karnımızı doyurduk, veli çayırında ya da kanlı bostandaki bulanık göletlerde
camuzları yıkadık, yazı yabanda sabahtan akşama kadar hayvanlarımızı güttük;
sattığımız simitlerle elde ettiğimiz birkaç kuruşla ancak cin arabasına
kaçamakta olsa binebildik; eğer fırında çalışma fırsatı elde edebildi isek işte
o zamanları ancak görebildik hasret
duyduğumuz somun ekmekleri; kahvede garsonluk yapabildi isek işte o zamanlar
ancak tadabildik demli çayları ve kesme şekerleri.
Ama buna rağmen bizler şimdiki
çocuklar gibi doyumsuz ve mutsuz değildik; küçük şeylerle mutlu oluyorduk; bize
verilen bir yirmi beş kuruştan veya bir şekerden veya küçük bir hediyeden haz
duyardık; babalarımız çok sevdiğimiz ve istediğimiz bir oyuncağı
alamadıklarında ve bizlere “yavrum bunu alamam, param yok “ dediklerinde,
şimdiki çocuklar gibi yerlerde kendini yırtarak, ayaklarını çırparak ağlamazdık
kaldırım taşlarında, ille de ayak direyip “alacaksın” diyemezdik, sadece
boynumuzu bükerdik bir culuk (hindi) gibi; çünkü bizler yokluğu ve para kazanmanın ne
kadar zor olduğunu tatmıştık o yıllarda.
İçimde çocukluğumda bir uhde
kalmıştı; bir cin arabasına sahip olmak,
cin arabasına doya doya binmek; “Bir gün
param olursa bir cin arabası alacağım “
diye de kendi kendime söz vermiştim, o zamanki aklımla. Bu dileğime
ilk olarak eskide olsa İlçemizin
Kızıllı Köyü'nde öğretmenlik yaptığım 1982 yılında, ikincisine de sıfır
kilometre olarak banka memuru olarak Ankara’ya
geldiğim 1985 yıllında
kavuşmuştum...
Yaşım yirmi beş olmasına rağmen
kendi paramla aldığım cin arabasına ilk bindiğim gün bir çocuk gibi
sevinmiştim. Bir anda unutmuştum çocukluk günlerimdeki acı günlerimi...Doya
doya sürmüştüm Kızıllı yollarında her sabah cin arabamı. Cin arabamın arkasına
babamın Kıbrıs savaşı sırasında aldığı Plips marka radyoyu koyar sabah
türkülerini dinleye dinleye Kızıllı köyüne giderdim.
O sıralarda Ünalan Köyünde
öğretmenlik yapan Faruk arkadaşımda
öğrenci olmadığından okulu kapandığından yanıma tayin olmuştu. Onunda
bir cin arabası vardı. Her sabah saat sekizde Kaleli’nin benzinlikte buluşur,
sonrada pedallara basarak saat dokuza doğru okulumuzda olurduk. En çok Zile
yolunda iki tepede zorlanırdık; birinci tepe Alaca'yı çıkar çıkmaz köprüyü
geçtikten sonra hafif bir rampa olan tepe, ikincisi de Ünalan köyünün hemen
girişindeki mezarlıklara doğru tırmanan tepe idi.
Her iki tepede de cin
arabalarımızdan iner kan ter içinde bisikletlerimizi elimizle tepeye kadar
taşırdık. Her iki tepede olmasa idi cin arabası ile seyahatimize diyecek yoktu.
Yine de bundan memnunduk. Yoksa yedi kilometre yolu bir kaç yıldır yaya olarak
gidip geliyorduk. Cin arabası ile bu mesafeyi kat etmek nede olsa yaya gitmekten çok daha kolay idi.
Kızıllı Köyü biliyorsunuz Alaca
İlçemizin Zile yolu üzerinde yedi kilometre uzaklığında bir tepe üzerine kurulmuş, genellikle
göçmenlerin yaşadığı küçük güzel bir köydür.Bu köyde yedi yıl öğretmenlik
yaptım. Buradaki hayatımı ileri yıllarda sizlere yazacağım. Ama sizlere bu
köyde çok sevdiğim birini anlatmadan geçemeyeceğim. Bu kişiyi hemen hemen
Alacalı hemşehrilerimizin çoğu tanır. Yazımın sonuna kadar okursanız sizlerde
bu şahsı çok yakından tanıyacaksınız.
Kızıllı Köy halkının büyük bir
çoğunluğu göçmen muhacirlerdendi. Üç dört hane Kırım Tatarlarından aileler
vardı. Bu aileler kendilerinin Tatar olduklarını fakat tatarca konuşmayı ve adetlerini unuttuklarını
söylüyorlardı.
İbali ve Niyaz Emmi adında iki
yaşlı kardeş, Emin Abinin babası Abdullah Dede ve onun Hanımı Elmas Yenge
tatarca biliyorlardı. Elmas yenge gürcü olmasına rağmen tatarcayı kocasından
öğrenmişti. Tam bir Osmanlı kadınıydı. Eline sigarasını yakar, tüttüre tüttüre içip
benimle sohbet etmeyi severdi. Zaman zaman onlarla tatarca konuşuyordum. Tatar
olan aileler benim de Tatar olduğumu öğrenince bana çok yakınlık gösterdiler.
Beni bir evlatları gibi bağırlarına bastılar.
Bunların içerisinde bir Emin Abi
vardı ki sormayın. Kızıllı Köyü bir tarafa,
Emin Abi bir tarafa. Emin Abi elli yaşına kadar hiç çalışmamış,
babasının buğdaylarını her sene hasat zamanı satar, parayı cebine koyar, köyü terk edermiş. Bir
senelik binbir emekle yapılan hasatın parasını içki alemlerinde tüketirmiş. Parası bitene kadar köye
uğramazmış. Para suyunu çekince tekrar köye gelir, yine birşeyler satıp yok
olurmuş. Çoğu kere Alaca'dan araba ile zil zurna sarhoş olarak getirilir, evin
kapısına bir boş çuval gibi bırakılırmış. Deli dolu biri olduğu için annesi ve
babası birşey söyleyemiyormuş. Bu hayat benim köye geldiğim yıllara kadar
sürmüş. Kendisi ile tanıştığımda "Bu
hayatı terkettiğini, beş vakit namaza başladığını, beşin üzerine beş kattığını,
eski günahlarını affettirmek için
kendisini ibadete ve dağlarda avlanmaya verdiğini" söylemişti.
Gerçektende Emin Abi camiden
çıkmıyor ve sık sık ava gidiyordu.Beni de ava alıştırmıştı. Köye gelen bütün
misafirleri Emin abi ağırlardı. Çoğu zaman
cami çıkışında kolumdan tutarak "Oğlum,
sen göbelsin. Senin burada anan baban yok. Gel eve gidelim. Çerkez Yengen yavan
yahşi ne hazırladıysa onu yiyelim." diyerekten evine götürür, öğle
yemeklerini beraber yerdik.
Hanımı çerkezdi. Ona " Çerkez " diye hitap eder,
bazende " Çerkez bak beni kızdırma.
Hoca ile Karacip Köyü'ne gider, bir Hocaya birde bana karı getiririm."
diye takılırdı. Çerkez yengede "
Ya!..Ya!.. Karacibin karılarıda sana kalmış. Sen beni bulduğuna şükred "
diye karşılık verirdi. Karacip Köyü, Kızıllı Köyünün kuzeyinde, Ortaköy
İlçesi'ne bağlı bir çerkez köyü idi.
Göbel kelimesinin anasız babasız
çoçuk anlamına geldiğini ondan öğrenmiştim. Bana bu köyde Emin abi bir baba
,bir arkadaş, bir kardeş gibiydi. Şakacı, neşeli ve hayata sımsıcak bakan
biriydi. Beraber keklik , tavşan avlamaya ve balık tutmaya gittik. Büyükle
büyük küçükle küçük olurdu. Geçmişteki anılarını anlata anlata bitiremezdi,
velhasıl neşeli bir insandı.
Emin abi gençliğinde çok içki
içmişti, şimdi onu bırakmıştı. Ama bırakamadığı kötü bir alışkanlığı vardı; o
da sigara idi. Hep birinci sigarası içerdi. Kilo kilo birinci sigarasını baş
ucundaki yüklüğe stoklardı. Zaman zaman bana bu birinci stoklarını gösterir
onunla övünürdü. Bazen odasında yaptığımız sohbetlerde pahalı olan ucu pamuklu Samsun ve Maltepe sigaralarını Emin abiye uzattıklarında bu iyi sigaralara
tenezzül etmez, içmezdi. “Neden içmiyorsun?” diye soranlara da:
“Öksürtüyor
abi” der, hemen cebinden Birinci
sigarasını çıkarır, çakmağı ile yakar,
derin derin tüttürürdü. Bizlerde gülerdik.
O yıllarda hayat dolu neşeli Emin abi'nin şimdi GÖZLERİ görmüyor.
Nedeni gençliğinde içtiği içki ve sigara!....
Gençlere sesleniyorum; Sizler hâlâ bir elinizde kadeh, bir elinizde
sigara mı içiyorsunuz?
Hâlâ ibret almadınız mı “Öksürtüyor” diyen Emin Abiden?
Şükrü Bilgili
Not: Emin abi şu anda hayatta değil. Mekanı cennet olsun. Allah rahmet etsin...