Ana Sayfa
İletişim
Bize Ulaşın
Üye Girişi
Ziyaretçi Defteri
Mobil Bölüm
Ana Sayfa Foto Galeri Video Galeri
ANA SAYFA  / HİKAYELERİM

3-ALACA’MIZDA İZ BIRAKANLAR : "MANEVİ MİMARLAR" VE "ÖLLÜK" HİKAYESİ


3-ALACA’MIZDA  İZ BIRAKANLAR : "MANEVİ MİMARLAR" VE "ÖLLÜK" HİKAYESİ



 Paylaş
 10 Haziran 2020 15 : 59 

3-ELLİ YIL ÖNCE ALACA’MIZDA YAŞAYAN "MANEVİ MİMARLAR" VE "ÖLLÜK" HİKAYESİ



Ömer Paşa Camisi'nin ( Eski Cami) Çeşme’sinde abdest alıp camdan içeri bakıp ve gördüğüm ; Mihrabın önüne cemeata karşı oturmuş caminin İmamı Vahit Çini Hafız Hocamızın sağında bir hilal şeklinde dizilmiş, mevlit ve Kur’an okuyan ; ilçemizde herkes tarafından bilinen hocalarımızın ve hafızlarımızın hepsini çok yakından tanıyordum . Çoğunun önünde diz çöküp Kur’an ve İslami bilgiler  öğrenmiştim; babamın da hepsiyle  çok iyi muhabbeti vardı.


 .



Seyit Hafız Hocamız, çocukluk arkadaşımız ve Eski Çorum Belediye Başkanımız Zeki Gül arkadaşımızın babası idi. Seyit Hafız hocamızın hafızlığı yanında vaizliği de vardı. Camide çok vaizini dinlediğim oldu. Anlattıklarından gençliğimizde çok istifade ettik...Şıhların Camisi'nde uzun süre görev yaptı.Babamı da çok iyi tanıyordu. Motorhanenin arkasında Alaca Nedim Tuğaltay Ortaokuluna giden sokakta oturuyorlardı...



Emir Hafız Hocam, ilkokulda arkadaşım ve elim bir kaza sonucu vefat eden  Osman Sığırtmaç ( Sığırtmaç soyadını daha sonra Müezzinoğlu olarak değiştirdiler) ile öğretmen İbrahim arkadaşlarımızın babaları idi. Ömer Paşa Camisi'nin Nuri Mehmet Hafız Hocamızla birlikte müezzinleriydiler.




Zekeriya Tokgöz Hafız Hocamız, Kalecikkaya köyümüzde yetişen ve Alaca’da yaşayan babamın bacanağı Seyfullah Eniştenin kardeşi idi. Emir Hafız Hocamız ve Zekeriya Hafız Hocalarımız da Ankara yolu üzerinde oturuyorlardı.




Lütfü Yağlı Hafız Hocamız, futbol topu oynadığımız ortaokulu arkadaşım Cavit ile Mesut ve  Muhsin kardeşlerin babaları idi. Yozgat yolunda oturuyordu ve Yozgat Yolu Camisi'nde görevli idi. 





Örükayalı Nuri Mehmet Hafız Hocamız, babamın çok iyi bir dostu idi. Nuri Mehmet Hafız Hocam'da Lütfü Hafız gibi Yozgat yolunda oturuyordu. Bu yolda zaman zaman arkadaşlar ile volta attığımızda Nuri Mehmet Hocamız beni görünce babama hep selam gönderirdi. Sanırım mübarek topraklara beraber gitmişlerdi. 



Beşiktepeli Mustafa Keleş Hocamız; Alaca'mızda yetişen emekli bir Türk Subayı ve emekli olduktan sonra da iş hayatına atılan; şu anda Suriye’de, Libya’da tarih yazan  savunma sanayimizin gözdesi “ İHA” ve “SİHA” ‘ları üreten, SAHA İstanbul Genel Sekteteri İlhami kardeşimizin babası,  Eski Çorum Belediye Başkanı Zeki Gül kardeşimin kayınpederi, bana Tezekan ‘da Elif cüzünü öğreten çok değerli bir komşumuz idi.  Uzun süre Tezekan camisinde imamlık yapıp oradan emekli olmuştu.



Mustafa Hocamızın evi Sudepos'nun hemen altında, Hocamızın da kardeşi olan  Kemal Keleş Hafız amca ile Sincanlı Zıkkı amcanın evleri ile yanyana idi... Bu evler yapılmadan önce buralarda mahallemizin çocukları ile çeşitli oyunlar oynardık; kış  olsun, yaz olsun kızaklar kayardık. Evimizin tam yamacında olan bu mekan bir nevi  bizlerin çocuk parkımızdı...Ayrıca, burası  Alaca’mızın “ öllük”  ve “ kil” imalat yeri idi...


Çok iyi hatırlıyorum; Rahmetli babam usta olması nedeniyle,  alt ve üst tarafı kontrplak, kenarları kavak ağacından,  kilitleme ve tutma yeri olan ahşaptan bana bir tahta çanta yapmıştı; kitaplarımı, defterlerimi  ve okul malzemelerimi içinde zorla taşısam da çok sağlam olmuştu. 



Okul çıkışı,  Sudeposu’nda “öllük“ ve “ kil” çıkarılan yere gelir, çantanın üzerine binip Mustafa Hocamızın ev yaptığı yere kadar kayardık. Yazın her tarafımız toz toprak olurdu. Annem ve ablam bana çok kızardılar; “üstün başın batmış!” diye... Babam da zaman zaman yaptığı çantayı kontrol ederdi ; sağı solu kırılmış mı diye... Kışın da kar üzerinde kaydığımızda elimiz, ayağımız donar, tahta çantamın her tarafı buz tutardı... 


Gerek bizim kaymamızdan, gerekse  mahallemizden,   Tezekan’dan , hatta Alaca’dan gelen insanların   “ öllük” ve “ kil” dediğimiz  toprağı çuval çuval götürdüklerinden dolayı bayağı bir  çukur oluşmuştu burada...


Şimdiki nesil “ öllük” de neyin nesi !...Bu kelimeyi ilk defa duyuyorum !..” diyenleri işitir gibiyim.... “Öllük “ toprağını, bizim yetmiş sekiz kuşağı , bizden önceki kuşaklar ve bizden sonra on yıl, yirmi yıl sonra doğanlar gayet çok iyi bilirler...


Dijital Türk Dil Kurumu sözlüğüne “öllük” diye sorsalar, cevap alamazlar; sadece “ölük” diye yazarlarsa  halk ağzında “canlılığı azalmış” sıfat bir kelime ile karşılaşırlar. “Höllük” diye sorgulatırlarsa (halk ağzıyla bir isim ) “Kundak çocuklarının altına bez yerine konulan toprak” tanımı ile karşılaşırlar. İlçemiz Alaca’da ve çocukluğumuz da bizler  Türk Dil Kurumu Sözlüğünde tarifi yapılan “höllüğe” hep “öllük” dedik...Sanırım bir çok yörelerde de “höllük” yerine “öllük” kelimesi kullanıyor. Kelimeler.gen.tr İnternet Sitesinde deöllük” kelimesi  “Bebeklerin altına konulan ısıtılmış, kırmızı renkli toprak, bebe toprağı.”  diye açıklanmış.


“Höllük” ile Alaca’da kullandığımız “Öllük” aynı anlama gelen eşanlamlı iki kelime olduğu anlaşılıyor. Ben yine de bu iki kelimeyi dil bilimcilerine bırakıp , “öllüğün ne olduğunu?” maziye giderek anlatayım..  


Bizim bebeklik zamanımızda şimdiki marketlerin raflarını süsleyen renk renk, desen desen, kokulu kokusuz satılan çocuk bezleri yoktu...Bizler “öllüğe” elenmiş, belenmiş; Amerika kaput bezi ile düdük gibi altı bağlanmış, beşiklere konulup, ninniler söylenerek, saatlerce “öllüğün” içine yatırılmış,  çişimiz ve kakamızla sarmaş dolaş mışıl mışıl uyumuş bir nesiliz. 


Bu nesil olmaktanda gurur duyduğumu belirteyim. 


O yıllarda türkülere bile konu edilmişti bizim popomuza sarılan “öllük” kelimesi; sadece bir harf ilave edilerek “öllük" , "Höllük” olmuştu...


“Eledim, eledim, höllük eledim

Aynalı beşikte canan bebek beledim

Büyüttüm, besledim, asker eyledim

Gitti de gelmedi canan buna ne çare

Büyüttüm, besledim, asker eyledim

Gitti de gelmedi canan buna ne çare”


Benden küçük üç kardeşim de “öllük” toprağı ile kundaklandılar. Evimizde “öllük” bittiğinde, annem beni, ablamı ve ağabeyim Aslan’ı alır; Sudeposu’nun altında ki Beşiktepeli Mustafa Hocamızın ev yaptığı yere götürürdü. Ablam kürek ile buradaki kum gibi ince beyaz killi toprağı annemin tuttuğu ince gözlü eleğe koyar, annem de yere serdiği bezin üzerine  elekteki toprağı elerdi. Elekte kalan iri taneli taş ve toprağı kenara atardı. İhtiyacımız kadar elekten geçirilen “öllük”toprağını çuvallara koyup eve getirirdik. Annem bu toprağı tandırda saç üzerinde kavurga kavurur gibi kavurur, tekrar torbalara doldururduk....


Sanırım toprağın kavrulmasındaki amaç toprak içinde mikropları öldürmekti...


İşte elekten geçirilmiş , kavrulmuş ve bir kenara stoklanmış bu topraklara biz “öllük” diyoruz. Ne işe yaradığını anladınız sanırım. Ben yine de biraz daha anlatmaya devam edeyim...


Bizler bebekken altımızı bağlayacakları zaman annemiz, don, göynek dikilen Amerikan bezi deden beyaz kaputu yere sererdi. Kaputun üzerine tavada popomuzu yakmayacak kadar hafif ısıtılan “ öllük toprağını “ koyar, bebeğin popusunu da toprağın üzerine gelecek şekilde yatırır, kaput bezini çapraz bir şekilde bağlarlardı. Buna da “kundak” denirdi...


Kundaktaki bebeğin, çişi veya kakası gelince toprağa bırakıverirdi. Bebeğin poposu uzun süre toprağın içinde kalır, çiş ve kaka toprağa karışarak bebeğin poposu pişmez, yara olmazdı.


Kabut bezi açıldığında çok nefis bir koku yayılırdı. Annesi bebeği gusülhaneye ( banyo, alınan, el-yüz yıkanan evin bir köşesine yapılan yer) götürür, biri de ibrik ile su döküp kirlenen, ıslanan popo ve bacaklar yıkanırdı. Genelde bu yıkama soğuk su ile yapılırdı. Çünkü şimdiki gibi musluklardan sıcak su akmazdı...Hatta evlerde çeşmeler bile yoktu. Sular ya mahalle çeşmesinden ya Sudeposu'ndan ya da Södözü Çeşmesinden "omuzluklarla"  takılan "helkelerle" getirilirdi.  Ancak kışın sobanın üzerine şansınızdan "ibriğe" su konulmuşsa; sıcak su, soğuk su ile ılıklaştırılır ve  poponuz yıkanabilirdi. Sıcak su eğer iyi ılıştırılmamışsa bazen poponuzun da yandığı olurdu. Bu yıkamada poponuz yanarsa hemen cıyaklamanızdan anneniz anlar , suyu kim ılıştırdı ise ona kızardı....


Beşiktepeli Mustafa Hocamızın evinin arkasının dayandığı Sudeposu sırttında  “Öllük” toprağı ile birlikte “killi toprakta" çıkardı. Bu killi toprakla o yıllarda (sabun vardı , deterjan henüz piyasada yoktu) genç kızlar ve kadınlar saçlarını; dere kenarlarında, çeşme önlerinde tokaçlarla halı, kilim gibi eşyaları yıkarlardı...


Beşiktepeli Mustafa Hocamız’ın evleri bizim evin tam üç yüz metre karşısında idi. Sudeposu'nun öbür yakasında aynı yaştaki çocuklarla birbirimizi taşladığımızda bu evler tam tampon görevini yapıyordu yani bir yeşil hat gibiydiler...


Bizim mahallenin çocukları; Osman Pekdemir, İhya Bulut, Fikret Şahin, Aslan abim, Adnan Özbaş, Arslan Sağancı, Cafer Sağancı, Hacı Kaya, Ramazan Sağancı,” (Çavli) , Metin Sağancı, Azmi Küçük, Erol Eren, Azmi Ceylan, Yaşar Sağancı (Tavuk) zaman  zaman bir araya gelip, Battal Dede'nin Sudeposu’na çimmeye giderdik. Sudeposu’nun öbür yakasında oturan Alevi çocuklar bizi havuzda  çimdirmezlerdi ve bizi taşlarlardı. İçlerinde çok babayiğit sanırım adı Menderes olan iri yarı bir arkadaş vardı. Eğer kavgamızda bu çocuk olursa Beşiktepeli Mustafa Hocamızın evinin altına kadar kovalarlardılar bizleri. Çoğu kere Mustafa Hocamız bizim bu kavgamıza cami dönüşü denk gelirdi. Bizi kovalayan  Sudeposu’nun öbür yakasındaki çocuklara ve bizlere  "Kavga etmeyin çocuklar!Taşlarla başınızı gözünü kıracaksınız ,!” diye seslendiğinde Alevi çocuklar kaçar giderlerdi ve biz de kurtulurduk. Hocamıza teşekkür ederdik....


Bizlerin çocuklukları dolu dolu geçti. Gece gündüz demez hep hareket halindeydik. Çeşitli oyunlar oynar,  sonra da komşuların  meyve ve sebze bahçelerinden erik, elma, kiraz, armut, şeftali, vişne, mısır, kavun, karpuz, havuç, hıyar, lahana yolardık. Akla gelmedik yaramazlıklar yapardık. Mahalle bizden zar ağlardı. Her gün bahçe sahipleri akşamları babalarımıza gelir bizleri şikayet ederlerdi. Tabi ki akşam güzel bir sopa yer yatardık. Ertesi gün eyleme kaldığımız yerden devam ederdik... Neydi o günler...Tekrar çocuk olsak da o heyecanlı ve neşeli  günleri yaşayabilsek....


Aklıma geldikçe ilginç olanları anlatmaya çalışacağım. İşte onlardan bir tanesi.. 


Bir gece yarısına kadar, İzzogilin ( Metin Sağancı) evlerinin önündeki elektrik direğinin önünde eşgördü oynamıştık....Oyun sonrası evlere gitmemiz gerekirken  ben, Osman Pekdemir, İhya Bulut gitmedik. 


Vahit Çavuş’un evinin hemen çaprazında Ahmet Emmimin kanatlı kapısının arkasındaki karga burnunu, kapıdaki bir deliğe çöp sokarak açtık. Amcamın omzuna takıp cuma günleri yük taşıyıp para kazandığı iki lastik tekerlekli bir  “Hamal arabası “ vardı. Onu içerden çıkardık. Mahallemizin sokaklarında bir birimizi bindirerek bir aşağı bir yukarı götürüp , iyice bir eğlendik. 


Osman, “Arkadaşlar, hamal arabasını Sudeposu’na çıkarıp oradan aşağı doğru hep beraber binip inelim. “ dedi. Biz de hiç itiraz etmedik :“ Olur” dedik. 


Laz Hocamızın evinin kenarından Sudeposu’na çıkan sokaktan kan ter içinde birimiz önden çekerek, ikimizde arkadan iteleyerek güçlükle hamal arabasını yukarıya çıkardık. 


Yorulmuştuk. Dillerimiz dışına çıkmıştı. Biraz dinlendik. Daha önce İhyagilin evinin karşısında oturan ve kamyonları olan “Kulaksız Mehmet Pak “ amcanın koca koca araba tekerlerini Sudeposu’na çıkarıp tepeden aşağıya yuvarlamış ve tekerler ta bizim evin önündeki yola kadar gelmişti. Aynı yerden araba ile inecektik. Planımız buydu....


Ben “Arkadaşlar içine binmemiz çok tehlikeli olur, binmeyelim , arabayı geri amcamın evine götürelim. “dedim.  Ne de olsa Amcamın arabasıydı. Kırılır mırılır diye korkmuştum. Sudeposu'na çıkınca aklım başıma gelmişti ama iş işten geçmişti...


Osman ; “ Ben bineceğim siz beni hafif yitin ve arkadan yavaş yavaş tutun.“ dedi ve bindi arabaya. Hamal arabası zaten tam kenarda duruyordu. Osman arkadaşımın binmesi ile birden hareket etti. Hamal arabası tangur, tungur aşağıya ses yaparak giderken  bir de baktık ki Osman, arabadan atlamış yuvarlanıyor. Araba bazen düz bazen ters taklalar ata ata Hayriye Ablanın bahçesi önündeki çayırlıklarda durdu.  


Araba kırıldı mı kırılmadı mı hiç bilmiyorduk. Osman’nın yanına koşarak gittik. Eli, yüzü yüzülmüş; ağlıyordu... Güle güle, oynaya oynaya geçirdiğimiz gecenin finali iyi sonuçlanmamıştı...Allah’tan ki Beşiktepeli Mustafa Hocamızın evi hizasından yuvarlamamıştık “ Hamal arabasını”... Araba evlere girebilirdi... Mustafa Hocamızdan  ve babalarımızdan da azar işitebilirdik...İyi de bir sopa yerdik sanırım....


Bir daha Sudeposu'ndan araba tekeri dahi olsa hiç bir eşya yuvarlamadık. Ahmet amcamın “ Hamal arabası”  haşat olmuştu. Havlusundan arabasını kimin götürdüğünü ve  Sudeposu’ndan kimin yuvarladığını hiç  bilemedi....


"Üç Ahbap Çavuş"  arkadaş arasında da bu olay uzun süre bir sır olarak kaldı..  


Zekeriya Hafız Hocamız şu anda Bursa’da yaşıyor. Seyit Hafız Hocamız da yaşıyor. Vahit Hafız, Emir Hafız, Lütfü Hafız, Nuri Memet Hafız ve Komşumuz Vahit Çavuş, Kemal Hafız amca, Ahmet Amcam, Zıkkı Amca, mahalle arkadaşlarımızdan Erol Eren, Çavli Ramazan Sagancı, Cafer Sağancı, Azmi Küçük, Yaşar Sağancı ebedi aleme göç ettiler. Mekanları cennet olsun. 


Seyit Hafız Hocama, Zekeriya Hafız hocalarıma; şu anda hayatta olan arkadaşlarımdan  Osman Pekdemir'e, İhya Bulut'a, Arslan Sağancı'ya, Aslan Abime, Metin Sağancı'ya, Azmi Ceylan'a, Adnan Özbaş'a, Hacı Kaya'ya, Fikret Şahin'e, Zeki Gül'e, İbrahim Müezzinoğlu'na, Cavit yağlıya, Muhsin Yağlıya, Mesut Yağlıya, İlhami Keleş'e  sağlıklı , sıhhatli , huzurlu bir ömür diliyorum...


Devam edecek., 

 
Haber :
Bu Haber 3761 defa okundu
 
Anahtar Kelimeler :Vahit Hafız, Emir Hafız, Seyit Hafız, Zekeriya Hafız, Nuri Mehmet Hafız, Lütfü Hafız,

YORUM EKLE
TAVSİYE ET

 Yorumlar ( 0 )

Henüz bir yorum yapılmamış

İlgili Haber
Köşe Yazarları
Foto Galeri
Kırım haritası
İzlenme : 5734
Alacamızın Mecnunları
İzlenme : 5680
Semer
İzlenme : 3136
Mustafa Abdülemil Kırımoğlu ve Cengiz Dağcı
İzlenme : 2519
Çok Okunanlar
BUGÜN BU HAFTA BU AY

 

 

 

Sosyal ağlarda bizi takip et
Copyright © sukrubilgili.net.tr